Ufak Tefek Cinayetler

Dizi izleyemiyorum. Gerçekten buna pek zamanım yok. Bir de huyumu biliyorum, bir şeye başladığım zaman onun devamını öğrenmek için haftalarca beklemek pek bana göre değil. Yani sabırsızım. Bu bakımdan tamamlanmış dizileri eğer çok öneri gelmişse boş bir zamanımda topluca izlemeyi daha çok tercih ediyorum. Bu da çok nadir gelişen bir vak’a.

Neyse.

Bir arkadaşım epey bir süre önce bir dizi ve karakterden bahsetmişti. “Aman Allah’ım o ne öyle” filan demişti dizideki bir karakter için. Öyle mi filan dedim, üstelemedim, sohbet de orada bitmişti. Aynı arkadaşım yakınlardaki bir görüşmemizde yine aynı diziyi gündeme getirip, “gerçekten şokla izliyorum” dedi. Bana hiç izle filan demedi. Biliyor huyumu. Ama bu alt mesajlarla sanki hep izlemem için bir merak uyandırmaya çalışıyor. Niye acaba? Dedim ve boş bir anımda dizi devam etmesine rağmen, neymiş bu diye ilk bölümüne bakayım dedim. Bakış o bakış. Ara ara izleyerek son bölümüne kadar geldim. Şimdi ben de herkesle beraber bu hafta ne olacak, ona odaklanmış durumdayım. Zira el mahkûm. Bekleyeceğiz artık.

Fakat burada bu diziyi konu etmemin bir sebebi var. Merveler, Pelinler, Arzular o kadar çok ki. Yakinen tanıyoruz onları. Gerçekten, bir dizinin belli kalıpların dışında bir konuya değinip, bunu da başarıyla anlattığı için dizinin yapımcılarını ve bilhassa senarist veya senaristlerini tebrik ediyorum.

Hakikaten izlerken bu kadar olmaz diye diye izliyoruz özellikle Merve karakterini. Fakat azıcık düşününce benzer şeyleri yaşadığımızı şaşırarak müşahede ediyoruz. Merveler bizim de hayatımızdan geçti, geçmekte veya geçecek. Bundan kaçış yok. İyiyle kötünün mücadelesi hep olacak. Benim takdir ettiğim nokta bu mücadelenin basit gibi görünen bir yaşam tarzının içine nasıl da yerleştiğini bu kadar başarıyla anlatabilmesi. Dizi hiç abartı değil böyle bakınca. Sıradan gibi görünen hayatlar üzerinde şekilleniyor her şey. Zaten yaşanan şeyler de abartı değil. Mesele bu aynanın bize yani topluma doğru bu kadar realist bir mercekten yansıtılabilmesi. İlk başta “yok artık, bu kadar da olmaz” derken, yavaş yavaş aslında bunların bize hiç de yabancı olmadığının farkına varmamız. Ha, evet, kimse işi cinayete kadar vardırmıyor ama o potansiyel tehlikenin her zaman var olabildiğine dizi o kadar güzel dikkat çekiyor ki. Ki o çizgiyi aşanların yaşantılarını da Müge Anlı programları bize gösteriyor sanırım.

 Toplum adına tehlike bu kadar büyük yani.

Niye?

Dedikodu, haset, kıskançlık, kin, intikam, nefret, kötü nazar bu kadar yoğunlukta harmanlanıyorsa bir platformda, sonu birinin başının yenmesiyle sonuçlanır genelde. İllaki birinin birini fiilen öldürmesiyle de gerçekleşmez bu baş yenmesi. Bu negatif duygular bulunduğu bünyeyi ve o bünyenin bu duyguları yansıttığı kişinin ruhsal dengesini muhakkak sarsar. Bunları yaşayanın ve iletişimde bulunduğu herkesin ruhunda tahribatlara sebep olur. Bu da çağın hastalığı dediğimiz depresyonu çoğaltır ki depresyondan çıkamayan kişilerin sürüklendiği yerde yine –batini- ölümdür aslında. Bir insanın tüm yaşam enerjisini bu negatif duygularla sömürmek cinayet değil de nedir? Ona keza kişi aslında bu negatif duygularla besleniyorsa şayet ve bu artık onun yaşam biçimi haline gelmişse (tıpkı Merve gibi) o da her gün ölüyordur aslında. Yeniden ve yeniden. Sonuç itibariyle bu türdeki kişiler hem kendilerine hem de çevrelerine büyük zararlar verirler. Hem kendi yaşamlarını hem de başkalarının yaşamlarını zehir ederler. Bünyelerindeki bu duygularla etraflarına saçtıkları zehir çünkü.

Öyleyse bize ve topluma hiç de yabancı olmayan bu karakterlere dur denilmeli. Dedikodu mesela. O kadar olağan hale geldi ki. Oysa çoğu ocağa incir ağacı dikebilir. Üstelik içinde yalan da barındırma ihtimali dolayısıyla yedi büyük günahtan biri. Peki toplum olarak dedikodudan kaçınmaya ne kadar dikkat ediyoruz? Haset mesela. İnsanı ve malını yiyip bitiren bir duygu. Hem kendininkini hem de karşıdakininkini. Ayet-İ Kerime’de ikaz etmiyor mu Rab? “Maşallah deseydin ya!” Demek ki bu kadar elzem bir konu. Nas, Felak sureleri. Yine Rab, hasedi ve sonuçlarını bu iki surede gözler önüne sermiyor mu? Ki kınıyor Rab, men ediyor bunu yapmaktan böylelerini. Kin mesela. Akabinde de intikam duygusu. Kalbinizde hardal tanesi kadar kin bulunmasın düsturu nerede kaldı peki? Kin bu kadar tehlikeli iken, kinin neticesi olan intikam serbest olabilir mi? Kıskançlık mesela, hem kendini hem de karşıdakini yiyip yiyip bitirmez mi?

Bir hikaye vardır, bilir misiniz bimem? Bir kadının iki ineği var. Komşusu kadının da bir ineği var. İki ineği olan kadın her gün o tek inekli kadına önünden geçerken hasetle bakıyor ve her geçişinde beddua ediyor, ineği ölsün diye. Diyorlar ki sonunda, bak bu kadar haset etme, bu haset sonucu onun ineğine bir şey olur ama seninkiler de mutlaka zarar görür. Haset bu çünkü. Diyor ki, “onun ineği her gün önümden salına salına geçiyor ya, deli oluyorum. Tek onun ki ölsün de benimkiler de ölürmüş umurumda değil.” Haset böyle bir şey işte. Alın size Merveli bir menkıbe. Uzak mıymış Merve bize, hikayelerde bile?

Ülke olarak çok büyük değişimlerin eşiğindeyiz. Millet olarak tarihsel bir sürecin içindeyiz, bir tünelde yol alıyoruz. İnşallah o tünelin sonu ışıkla dolacak, bundan hiç kuşkum yok. Lakin gündemimiz bu değişim sancılarıyla o kadar meşgul ve haşır neşir ki. Bu gibi mühim gerçekleri ıskalıyoruz. Salt siyasi inşaa süreciyle ilgiliyiz her birimiz. Toplumumuzun bu süreçte neler kaybettiğini, yozlaşıp yozlaşmadığını, ailelerin, kişisel ilişkilerin ne hale geldiğini pek de merak etmiyoruz. Hep büyük resme odaklandık çünkü. Bu odaklanma elzemdi ve olmalı fakat küçük gibi görünen yani ufak tefek gibi görünen nice kayıplarla karşı karşıyayız, bunların da farkında olmalıyız. Küçük gruplarda bu kadar çok hadiseyi bir arada yaşayan ve araları bu denli açılmış ve fakat sanki birlikmiş gibi gösterilen yapay grupların bir araya gelmesiyle büyük resim için büyük birlik nasıl sağlanabilir? Bu kadar çok ufak tefek cinayetin (cinayet burada mecazen kullanılmıştır) işlendiği toplumsal bir yapının bizi on yıl sonra sürükleyeceği yer neresidir? Kuşkusuz herkes böyle değil. Ancak bu negatif duygular, daha çok tüketim teşvikiyle artıyor. Çünkü bu teşvikin alım gücü çoğu insanda yok. Haliyle nispetler, buna karşılık hasetler, kıskançlıklar çoğalıyor. Dizinin bu duruma gönderme yaparcasına girizgâhında açıklayıcı cümleler kurmasını da ayrıca tebrik ettiğimi belirteyim bu vesileyle. Kısaca özendiğiniz hayatlar o kadar özenilecek hayatlar olmayabilir diyor ve bunun nedenlerini de dizinin içinde başta vurguladığım üzere başarıyla anlatıyor.

Merveler hayatın her alanında var. Mervelerle mücadele de var ve olmalı. Bu hiç bitmeyecek bir mücadele. Habil’le Kabil’den beri var ve kıyamete kadar da olacak. Kabil’in Habil’i öldürmesi de ufak tefek negatif duygularla (cinayetlerle) başlamıştı biliyorsunuz ve sonunda bu negatif duygular onu o kadar ele geçirdi ki sonuç gerçek bir cinayet oldu ve yeryüzündeki ilk cinayet bu şekilde işlendi. İlk kan akıtıldı. Hem de kardeş kardeşe yaptı bunu. Peki biz hangisiyiz? Mervelerden önce ilk tespit etmemiz gereken nokta da sanıyorum bu. Yani aslında meseleyi ta Habil ile Kabil’e kadar götürmeli ve ısrarla ve ısrarla bu soruyu sormalıyız: Biz hangisiyiz?

Önümüz mübarek Ramazan. Umuyorum hepimiz için güzel bir muhasebeye; az önce belirttiğim negatif duyguların bizde olup olmadığını kontrol etmeye, varsa bunlardan kurtulmak için başlangıç yapmaya, etrafımızda bu duygular içinde olanları da güzel bir lisanla uyarmaya, yani “emri bil maruf nehyi anil münker” yapmaya vesile olur.

Önceki ve Sonraki Yazılar