YUSUF TÜRKOĞLU
BEN GELDİM GELELİ BU KÖYE YAĞMUR YAĞMIYOR!
Bir deniz kenarında kaybettik içimizdeki Hızır'ı ve Musâ'sız kaldık…
Bir deniz ortasında fark ettik neyi kaybettiğimizi, heyhat asâsız kaldık…
Kim olduğunu hatırlayamadığından dolayı kendisi, Nereden geldiğini unutamadığından dolayı bir başkası olamayan adamın ikilem de kalmasıdır bizimkisi.
Yüzyıllardır hor görülmüş, hırpalanmış, yediği dayaklardan dolayı üstü başı toz toprak, eli yüzü kan revan içinde; aynaya baktığı zaman kendisini değil, dayak atanların bıraktığı izleri seyreden bir adamın acısı bizimkisi.
Olayın özü;
Başkasının kelimeleriyle yorum yapmaktan aklını, başkasının aklıyla düşünmekten kelimelerini, kelimeleriyle konuşmaktan kalbini kaybeden bir adamın acıklı hikâyesidir bizimkisi…
Ahvâlimiz budur, biz buyuz.
Bir zamanlar kendi hiçliğimizi fark edecek kadar her şeyin sahibinden haberdardık oysa. Yahut her şeyin sahibini bilecek kadar kendimizin bir hiç olduğunun farkındaydık. Canımızı emanet bilir, herhangi bir şeyden, ‘’benim’’ diye bahsetmeye utanırdık.
Sözün kısası;
Ne seninki senindi, Ne benimki benim. Her şeyin bir tek sahibi vardı.
“Seninki senin, Benimki benim” demeye başladığımız vakit hayranlıkla hatırlamaya başladık “Seninki senin, Benimki de senin” dediğimiz günleri. Sonra bir de baktık ki; “Hepsi Benim“ oluvermiş.
Bir cami avlusunda abdest alan, benzi ay gibi parlayan adamlardık o zamanlar. Ensemize bir tokat atan olsa farkına bile varamayacak kadar tokadın sahibiyle meşguldük. Başımızı çevirip “kim vurdu” diye bakar olduk önce, sonra kalkıp bir tokatla karşılık verdik ensemize vurana. En son, ne o abdest aldığımız avlu kaldı, ne ensemize bir tokat atan ne de o abdest alınan avludan bir haber...
Yüzümüzde ki ay çekildi hayatımızdan ve başımıza gelmeyen kalmadı.
“Biz ne yaptık ki başımıza bunlar geldi” demedik hiç. Her şey yolundayken kerameti hep kendimizden bildik, işler çıkmaza girince kabahati yükledik başkalarına. Fâil-i Mutlak’ la bağlarımızı yitirdik. Lütfedilen güzellikleri kendimizin elde ettiğini, Tecelli eden sıkıntıların başkaları sebebiyle başımıza geldiği hissiyatına öyle kaptırdık ki kendimizi, ‘’Kahrında Hoş, Lütfunda Hoş‘’ sözcüğü, yalnızca bir şiirin en güzel mısrası oldu hayatımızda.
“Ağlatan da O'dur, güldüren de O’dur ” sırrını unuttuğumuz günden bu yana, gözyaşlarımızın sonu gelmiyor, gülüşlerimiz emanet. Sebepleri yaratandan gâfil, sebebe itimat etmemiz sebebiyle, işimiz olunca sebeplere teşekkür ediyor, olmayınca sebeplerle kavga ediyoruz artık.
Hakikatini kalbimizden süzdüğümüz hikmet incileri, eli yüzü süslü sözlere dönüştü dilimizde. İçimize sustuğumuz denetleme ve inceleme anahtarı hikmetler, dışımıza haykırdığımız süslü manzaralara dönüştü. Oysa ki; Allah aynı Allah, hakikat aynı hakikat, Köy aynı köy...
Köyün birisine yağmur yağmamış hani aylarca. Bir tek bulut görünmüyor gökyüzünde. Köylü perişan. Ters giyilen cübbeler nafile, yağmur dualarına icabet yok. Aç olanları doyurmuşlar, fakirleri giydirmişler, yetimin başını okşamışlar, yok yine yağmur yok…
Dervişin birisinin yolu o köye düştüğü vakit, köyün ahvâlini anlatıp arz-ı hâl eylemişler. “Nerde bir yanlış yaptık bilmiyoruz ama vaziyet bu, bize bir yol gösterin, Bir de siz ellerinizi yağmurun Rabbine açın” diye niyaz etmişler.
Derviş köy ahalisini iyice dinledikten sonra; “Bu köyde ne kadar çocuk varsa hepsini köyün meydanına toplayın” demiş. Şaşırmışlar hatta dalga bile geçmişler kendi aralarında ama vardır bir hikmeti deyip toplamışlar köyün meydanına tüm çocukları.
Aksakallı Derviş baba çocuklarla biraz sohbet etmiş, her birini tek tek dinlemiş. Sıra küçük bir çocuğa gelince tebessüm ederek köylüleri çağırmış yanına. Bakın demiş, dinleyin bu gül yüzlüyü ve anlayın köyünüze yağmur niçin yağmıyor???
O gül yüzlü ufak çocuk biraz da mahcup anlatmaya başlamış. “Benim babam, geçen yıl bayramda bana yeni bir ayakkabı aldı. Geçtiğimiz bayramda babamı kaybettim. Ben her gece uyurken hep şöyle dua ediyorum;
“Allah'ım ne olur bizim köye yağmur yağmasın. Yağmur yağıp da yeni ayakkabılarım çamur olmasın. Yani böyle işte... Bu kadar...”
Bunu duyan köylüler, Gönlünü yapmışlar çocuğun, “Biz sana yeni bir ayakkabı daha alırız, yeter ki sen her gece aynı duayı etme” demişler. Bulutlar duymuş çocuğun razı olduğunu, yağmurun Rabbi emir buyurmuş bulutlara, köylü o günden sonra çifte bayram eylemiş. Allah aynı Allah, hakikat aynı hakikat, köy aynı köy…
Bir tek biz kendimiz gibi bakmayı unuttuk olaylara. Kendimiz gibi düşünmeyi, hissetmeyi, kavramayı, yorumlamayı, anlamayı unuttuk…
Bizim köye son zamanlarda hiç yağmur yağmıyor ve biz bir çocuğun gönlünü etmeyi hiç aklımıza getirmiyoruz. Teknik olarak böyle bir şey yok çünkü. Bulutların gözyaşlarının bir çocuğun ayakkabılarında ki tebessüme bağlı olabileceğine dair yeterli veriye sahip değiliz. Bilim adamları henüz bu sonucun o sebepten doğabileceğine dair bir deney yapmadılar. Yüzümüzde ki yaralar, yumruklarından hatıra kalan gelişmiş Batı'da henüz bu iki olayı birbiriyle irtibatlandıran bir makale yazılmadı.
Oysa ki;
Aksakallı dervişin gönlüyle bakmayı unuttuk. Kendimiz gibi soramadığımız sorularımıza, başkaları gibi cevaplar vermeye başladık son zamanlar. “Dünya neden kan gölü, Müslümanlar neden mahzun ve perişan, Her belâ niye gelip bizi buluyor, Başımız niçin dertten kurtulmuyor?”
Cevaplarımız tekniğe boğuldu, suallerimiz hikmetten mahrum.
Hâlbuki bir sorabilsek kendimize:
“Çocuk kim, ayakkabılar neyin nesi, bulutlar nereye denk düşüyor, Aksakallı derviş neden bizim köye hiç gelmiyor?”
Sormuyoruz, soramıyoruz bir türlü...
Akıllılarımız hikmetli olaylara masal muamelesi yapıyor, delilerimiz bulutlara küfrediyor, Okumuş ama eğitilmemiş olanlar başka bir şey yetiştirmeyi öneriyor, zenginlerimiz kuraklığa karşı çoktan stoklarını yapmış ve tecrübelilerimiz köyü terk ediyor…
Sizi bilmem ama ben bulut olsam böyle bir köye hiç gelmezdim!
“BEN’’ İ UNUTUN, ARTIK “BİZ’’ OLALIM...
SAĞLIKLA, BİZİ BİZ YAPAN DEĞERLERLE KALIN VESSELÂM...