Ne güzelsin ey bilmemek!

“Bilgi Çağı”nın çok yanlış anlaşıldığı ve yanlış yorumlandığı bir dönemden geçiyoruz. Şüphesiz Will Rogers “Hepimiz cahiliz!” dediğinde, bilhassa cümlenin devamındaki “sadece alanlarımız farklı” kısmını okumadığı için bu söze bozulanlar olmuştur. Asıl bozulanların ve bu sözü kabul etmeyenlerin bu dönemde yani “bilgi çağı” diye adlandırılan dönemde yaşadığını düşünüyorum ben.

Ne demek cahiliz? Hepimiz her şeyi ama her şeyi biliyoruz!

Hatta öyle biliyoruz ki alanlara yer bırakmıyoruz. Alanlarının uzmanlarına da. Kim ki o? Peh! Akademik hayatı boyunca belgeler içinde kaybolmuş ya da bir hastalığın kaynağını bulmak için bir ömür harcamış, nedir ki bunlar? “İşte akşam televizyondaki yorumcu söyledi o konu öyle değil böyleymiş.” Bitti! “Ne alanından bahsediyorsun sen? Ne ömür harcaması? Ne uzatıyorsun lafı? “Ha o mu? Ne hastalığı yahu? Kaynat iki tutam zencefili, koy içine bir parmak balı (misalen tabi), kalıyor mu hastalık filan. Aynısı görümcemde de vardı. Bir günde ayağa kalktı.” Gibi. Aşağı yukarı yaklaşımlar böyle. Hemen herkes, tıptan coğrafyaya, sanattan edebiyata hemen her konuda bilgi sahibi. Çünkü akşamki yorumcularla yatıp akşamki yorumcularla kalkıyoruz. Onların dedikleri bilmek için kafi. Dahası mı? Koskoca internet var. Google başta bir sürü arama motoru var. Yaz iki kelime, bütün bilgiler aksın önüne. Pardon ya! Az daha unutuyordum. Sosyal medya var. Bilmek nedir ki?

Evet, işte ben de tamda bundan söz edeceğim. Bilmek nedir ki? Asıl mesele bilmemek!

Bilginin bu kadar ucuzlaştığı, değersizleştiği, itibarını kaybettiği bir dönemde asıl mesele bilmemek. Hadi bunun felsefesini de yapayım bilmiş bilmiş. Asıl mesele bilmediğini bilmek. Yani bilmemek. Bilmiyorum da diyebilmek. İddia ediyorum, gezin bugün bütün toplumu herhangi bir konuda bilmiyorum diyen bir tane Allah’ın kuluna rastlayamazsınız. İnatla bilmek ister yurdum insanı. Kelaynak deyin mesela, türü tükenen bir kuş olması dışında size her şeyi söyler de asla bilmediğini kabul etmez. Ettiremezsiniz. Size öyle hikayeler anlatır ki, askerde mesela bunun bir arkadaşı varmış bu kelaynak hastalığına tutulmuş, ama bu bildiğimiz saçkıran hastalığıymış aslında. Neyse ona Çorumlu bir tertibi anasından duyduğu ilacı yapmış da saçlarına yeniden kavuşmuş, filan. Siz ne kadar “ama ama” deseniz de, “bir dakika ya patlama anlatıyorum” diye bütün mantıksal kurguyu öyle güzel sunar ki sonunda siz “kelaynak aslında bir saçkıran”dır diye ikna olursunuz. Kuşlar bir daha aklınıza bile gelmez. Öyle bir pes ediştir sizdeki. Hele bir etmeyin. Toplum sizi nasıl aforoz edecektir.

Üstelik adınız kibirliye, ukalaya, çokbilmişe çıkacaktır. Çünkü kelaynak hikayesini yazan toplumun ağır abilerinden biriyse bir de, sen onun imajını çizemezsin arkadaş! “Ne diyorsa o. Abim kelaynak saçkıran diyorsa öyledir, fazla karıştırmayacaksın.” Diye savunanlar mutlaka çıkacaktır. Hadi buyur “kuş” de. Aklını alırlar vallahi. Gibi.

Dahası, bütün savaşlar bilmek yüzünden çıkmıştır. Çünkü insan artık icat ettiği “öteki”nin ciğerini biliyordu. Öteki hep netameliydi, hep potansiyel düşmandı, hep birazdan seni sırtından hançerleyeceğim gibi bir havası vardı. Bunun böyle olduğunu kahinler, müneccimler, naipler, rahipler, hahamlar, vezirler, şövalyeler kralın kulağına mütemadiyen fısıldadı. Kral artık durur muydu? Çünkü biliyordu. Üstelik başka bir kralın kulağına da aynı şeyler fısıldanıyordu. Sonra başka bir kralın. Bu bilgiler birleşip cenk meydanlarında kan olup akıyordu. Gerçek(!) bilgiye ulaştığını sanan insan son dönemde bunu aştığını düşündü. Fakat kahretsin yine biliyordu! Vietnam’da ABD gemisini Vietnamlı gariban köylülerin batırmadığını biliyordu fakat bunu böyle pazarlamanın çıkarlarına uygun olduğunu da biliyordu. Gemiyi kendi kendine batırıp suçu köylülere atmanın meşruiyet gibi bir edinim kazandırdığını öğrenmişti. Milyonlarca gariban köylü öldü. Elbette bu bilginin yüzünden. Sonra bu bilmenin öyle keyifli ve meşruiyeti öyle kazançlı olduğu anlaşıldı ki bunu 11 Eylül’e taşıdı. Yine milyonlarca insan öldü. Fakat “domuz gibi bilmek” deyimi de literatüre kazandırılmıştı. Bilgiyi böyle kirli çıkarlar için kullanmak domuz gibi bilmekten başka ne olabilirdi? İnsan böyle böyle daha çok bilmeye başladı. Mesela, lanet olsun Armageddon’un çıkması gerekliydi! Yoksa Mesih gelmeyecekti. Al sana kan kokan bir bilgi daha! Asıl gerideki düşünce tükenen su ve gıda kaynakları ve buna zıt oranda sürekli artış gösteren dünya nüfusuydu fakat Armageddon ve Mesih kitleleri daha çok peşine takabilirdi. Bu nüfus başka türlü hangi meşruiyet zeminiyle azaltılabilirdi? Elbette insanları mitlerin peşine takarak! Bakın bunlar da bilgi. İnsanların gözünü kırpmadan can verip can alacağı bilgiler. Böyle bilginin canı cehenneme demez misiniz siz de? İşte insanlar “öteki” için sürekli böyle bilgiler icat ettiler tarih boyunca. Bilgi Çağı’ymış? Geç bir kalem. Hangimiz aslının peşine düşüyoruz. Düşsek, dünyanın ağır abisi tepemize biniyor bu sefer. Darbeler, işgaller adi birer vak’adan sayılıyor. Üstelik bir porsuk inadında paçaya yapışıyor ve senden bu bilmenin intikamını alana kadar durmuyor. Sen onun bildirdiği kadarını bileceksin. Bir de haddini!

İnsan artık kendini de biliyor. O, evet. İddialı bir laf biliyorum. Fakat açın okuyun kişisel gelişim adı altında yazılanları çizilenleri, insanı Tanrı ilan etmelerine bir milimlik bir mesafe kaldı. Şimdilik ima ile geçiştiriyorlar. Sen Tanrısın ey insan demeye getiriyorlar. Ee, bunu Hallac da değişik bir biçimde dile getirmemiş mi? A be şuursuz sıradan bir insanla Hallac bir mi? Hallac hem bunların dediği manada mı dedi? Yükle bakalım bu bilgiyi sıradan insanlara, dünya nasıl bir kaosa sürükleniyor? Ki böyle giderse bu kaosu ilahi bir uyarı temelinde yaşamamıza az kaldı. Çünkü sen tuvaletten çıkınca elini yıkaması gerektiğini bile bilmeyen bir insana tutup Tanrılık vasfı yüklemeye kalkıyorsun. İnsan-ı Kamil’le esfel-i safilini bir tutuyorsun. Ölmeden önce ölmek ne, onu bile bilmeyen insana senin içinde her şey var, kanat bile, hadi uç demeye kalkıyorsun. Tasavvufu hallaç pamuğu gibi atıyor, araklıyor, tırtıklıyor fakat özünü sen bile bilmediğin halde bunu değişik kılıflarla insanlara yutturmaya kalkıyorsun. Tasavvuf yerine meditasyon, yoga, guru vs. vs. demek daha havalı çünkü.

Sokaktaki adama dönersek. Bir tanıdığım vardı. Bir kadın. Hemen her şeyi biliyordu. Bu bilgi onda anksiyeteye yol açana kadar gitti. Artık insanların içini gördüğünü iddia ettiği bir noktaya gelmişti. Siyasilerden kişisel ilişkilerindeki insanlara kadar hemen herkes hakkında bilgi sahibiydi ve ne hikmetse bu insanların hemen hepsi kötüydü. Aile birbirine girdi çünkü diğerleri de ondan aşağı bilgiye sahip değildi. O kim hakkında ne diyorsa onlar da hayır öyle değil diye itirazını sürdürüyordu. Bilmiyorsunuz diye diye herkesle ilişkisini kopardı. Son bıraktığımda internette şifre almaktan filan vazgeçmişti. Çünkü CIA bu hesapların hepsine girebiliyordu. Gördünüz mü her şeyi bilmenin vardığı sonucu? Sıradan bir insanda bile ne tür vehimlere yol açıyor? Cem Yılmaz kulakları çınlasın boşuna demiyor, “CIA ne yapsın senin hesabını” diye. Toplum böyle BİLEN insanlarla doldu çünkü.

Oysa bugün hala Anadolu’da “Allah” dediğinizde başka hiçbir şey söylemenize gerek olmayan insanlar vardır. Araştırın Kur’an-ı Kerim’i de bilmezler. Fakat büyük bir saygıyla duvarlarına asarlar. Kulaktan dolma metotla namaz kılacak kadar ayet ezberlemişlerdir. Tamam. Bu kadar. Biz bunu eleştiririz değil mi? Kur’an duvara asılmak için inmedi filan. Doğru. Fakat karşındaki de Anadolulu tarlasında çalışan bir insan yahu. Ona guru, meditasyon, Tanrı senin içinde filan deyin bakalım. Sizi sopayla kovalar. Çünkü o “Allah” diye öyle bir saflıkla demiştir ki sarsılmaz bir inançla bağlıdır ona. O Allah kalplerdedir fakat guruların kastettiği manada değil. O “Allah” lafzının altında okyanuslara sığmayacak bir bilgelik vardır ve bu tek bir kelimede toplanmıştır. “İman.” Ötesi berisi yoktur bu bilginin. Saf, duru, katıksız iman. İşte tek kelimede bütün bir bilgi. O köyden çıkalım, biraz yakınlarındaki bir kasabaya gidelim. Bir fırıncı mesela. Sadece ekmek yapan bir fırıncı. Bilgisi sadece odur onun. Yakınlardaki köyden un almak bunu ekmeğe dönüştürüp satmak. Bilmeye başlasın bakalım, pandispanyayı, poğaçayı. Ne oluyor? Önce o mis gibi köy ununun o lezzeti vermediğini fark eder, sonra yağ, şeker, yumurtaya da gereksinim duyar. Bilgi artmıştır. Fakat masraf da. Yağlar insanın midesini mahveden o margarinlere dönüşür, çünkü ucuzdur, yumurtalar bir tavuk çiftliğinden toptan alınır ve ortaya pastanelerdeki benzer şatafatta fakat içinde köy ununun doğallığıyla yakından uzaktan alakası olmayan bir besin çıkar. İşte bu da bilmektir. O kasabadan çıkıp yakınlarındaki bir şehre gidelim. İnsanlar bu sefer de bilgilerini artırıp köy ununun sağlıklı olduğunu bilmeye başlamıştır yeniden. Fakat hiçbir yerde yoktur. Çünkü kasabadaki fırıncı artık o değirmenden un almadığı için köylü ekimden, hasattan ve öğütmekten vazgeçmiştir, o da sonunda pılısını pırtısını toplayıp kasabaya taşınmıştır. Kur’an duvardan inmiştir, köylü kasabadaki Kur’an Kursundan Kur’anı öğrenmiştir fakat çiftçiliği ve köyünü unutmuştur. Daha da tezatı, kasabada ayakta kalmak için yeni bilgilere gereksinim duymuş ürünleri ucuza mal edip pahalıya satmanın yollarını bilmeye başlamıştır. Yanında götürdüğü ineğinden elde ettiği süte su katmak, bir kilo çıkan tereyağını patatesle filan iki kiloya çıkarıp yarımşar kilo olarak pahalıya satıp daha çok gelir elde etmek gibi. Üstelik bu insan artık zihnen de, “Allah” dediği zaman biri çıkıp da Tanrı senin içinde dediğinde onu sopayla kovalamak yerine dinlemeye de hazırdır. Diğer taraftan şehirdeki insan bu insanı geri köyüne gönderemediği gibi kendi bilgisinin de esareti altındadır. Doğal köy ürünlerini artık nerede bulacaktır? Çünkü kahretsin, artık o da biliyordur ki yediği hiçbir şey doğal ve sağlıklı değil. İşte anksiyeteler böyle başlamaktadır. Bilmekten. Bilmekten ve yine bilmekten. Bildiğini sandığın her şeyi başkalarına da bildirmeye çalışmaktan ve o bilgiler sana iki katı bilgiyle mesela ürün nasıl ucuza mal edilir pahalıya satılır gibi şeylerle döndüğünde bunalıma girmekten. İşte, bilgi çağında herkes her şeyi bilsin istemiyor muydun? Buyur. Artık herkes her şeyi biliyor. Bu karmaşayı sen yarattın. (Bir de akşam televizyondaki yorumcular.) Hiyerarşiyi sen bozdun. Sonuçlarına da katlanacaksın.

Ne gibi mi? Geçenlerde bir yazı yazdım. “Mustafa Armağan’ı hiç sevmem” başlığında. Yazı bu başlıkta fakat daha başlarda koca bir “ama” ile devam ediyor. Yani şunu demeye çalışıyorum. “Sevmek zorunda değilim ama onun fikrinden ve bu fikri ifade etmesinden dolayı hapse girmesini doğru bulmuyorum. O da Mustafa Kemal’i sevmek zorunda değil. Ama ona karşı adil olmak zorunda.” Bunu mu diyorum? Sen öyle san. Birisi almış bu başlığı, altına da başörtümden utanmamdan girmiş, nasıl KeMAL’ı savunurmuşum’dan çıkmış (evet aynen bu terbiyesizlikte yazmış Kemal ismini, çünkü ben yazımı deminki cümlemde özetlemiştim, oradan görmüş, yoksa yazıyı okumamış) ve paylaşmış. İnanır mısınız benim yazımı benim sayfamdan paylaşan beş ya da altı kişi iken, onun bu ifadeleriyle benim yazımı paylaşanlar yüz küsur kişi. Altına yazılan yorumları da görmenizi isterdim. Beni Kemalist fakat aynı zamanda MOSSAD ajanı bile yapanlar olmuş. Yazının içeriğine şöyle bir göz ucuyla bile baksa yaptığı yorumlardan çok utanacaklar fakat nerede? Çünkü mahallelerinin ağır abisi bir şey demiş ve olay bitmiş.

Kelaynak bir saçkırandır. Bitti!

Öyleyse sen neyi biliyorsun ki? Bilmem anlatabiliyor muyum? Hal böyle olunca kelaynak “kuş” demeyi dene bir istersen. Yüz küsur kişi senin ipini çoktan çekmiş. Şimdi anladınız mı “ne güzelsin ey bilmemek” derken ne kast ettiğimi? Ben bu kadar bilenin içinde bilmemeyi tercih ederim şahsen. Ya da o köylü, o fırıncı kadar bileyim yeter. Bu kadar çok bilenin içinde bari ben bilmeyivereyim, ne var?

Hem zaten kelaynak bir saçkırandır. Ne kuşu?

Önceki ve Sonraki Yazılar