Bazı yazılar vardır aradan aylar geçse de yaşananları satır satır anlatmaya yeter. İşte 17 Aralık 2015 tarihinde o dönem Ankara Temsilciliğini yaptığım Yeni Söz Gazetesi’nde yayınlanan ve her satırının doğruluğu bugün bir kez daha üstelik yaşanan onca tarifi imkansız acıyla ispatlanan “MİT, FETÖ ve KESNİZANİLER” başlıklı yazım da bunlardan biri…
Önce o yazıyı baştan sona bir kez daha okuyalım:
***
Malum; SSCB'nin dağılıp Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle birlikte, o elinde çantayla dolanan esrerangiz ajanlar da tarihin çöplüğüne süpürüldü. Onların yerine hedef coğrafyalardaki emellere hizmet edecek yapılar oluşturuldu. Kimi ülkelerde de o döneme hazırlık için örgütlendirilenler oldu.
Bu küresel istihbaratta paradigma değişimiydi aslında. Dünyayı yöneten güçlerin her dönem kontrol ettiği CIA, MOSSAD, MI6 gibi istihbarat örgütleri, bu paradigma değişiminin ürünü olarak, bilhassa İslam coğrafyasında, dini cemaatleri kontrol altına aldı.
Bu cemaatler eliyle, topla tüfekle işgal edemeyecekleri ülkelerin yönetim kademelerine, üstelik “kılcal damarlardan” sızarak kontrolü ele geçirdi.
Bu din maskeli cemaat yapılarını, o ülkelerdeki menfaatlerini koruyacak nüfuz casusluğundan, o ülkenin çok özel sırlarını ele geçirecek casusluk faaliyetine kadar bir çok alanda kullandılar.
Mesela 2003'te Irak'ın Amerikan işgaline karşı tek bir kurşun atmadan teslim oluşunun altında, küresel istihbarattaki bu paradigma değişiminin büyük rolü vardı.
1960'ların sonunda yapılanmaya başlayan bir tarikattı Irak'ı ABD işgaline karşı savunmasız bırakan.
60'larda, Süleymaniye'de, Şeyh Abdülkerim Kesnizani liderliğinde yapılanmaya başlayan daha önce bu sütunlarda anlattığım tarikat, Saddam'ın Saray'ı dahil her yeri kontrol altına almıştı.
Irak Ordusunu da kontrolü altına alan tarikatın, bürokraside de hakimiyet kurduğu biliniyor.
2003'deki Amerikan işgaline karşı hiçbir direnç göstermeyen ordu ihanetinin altında, ordunun tepeden tırnağa tarikatın kontrolüne girmesi gösterilir. Hatta işgal sonrasında Irak'ın yeniden yapılanmasında, işgalcilerin istediği gibi bir yönetim şeklinin tesis edilmesinde, tarikatın büyük rolünün olduğu söylenir.
Aynı hikaye Türkiye için de geçerli.
1960'ların sonunda palazlanan ve İzmir Merkez Vaizliğinden Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına yükselen Yaşar Tunagür'ün “özel” çabalarıyla Kestanepazarı'na vaiz olarak atanan Fetullah Gülen, Irak'ı ABD'ye teslim eden Şeyh Abrdülkerim Kesnizani'nin yaşadığı hikayenin Türkiye figüranıdır.
Rakiplerinin kimi şaibeli kaza ile kimi de kumpaslarla ekarte edilerek önü açılan Gülen'e “gizli güçlerin” desteği apaçık ortadaydı. Önü açıldıkça hakimiyetini arttırdı. Bugün yargı tarafından Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması olarak isimlendirilen örgütün, devletin kılcallarına sızması için Gülen'in verdiği talimatlar, istihbarat kayıtlarına geçti. Ve 2013'te dozu artan mücadele sürecinde de anlaşıldı ki; Fetullah Gülen'in yönettiği örgüt, silahlı kuvvetlerden emniyete, istihbarattan yüksek bürokrasiye, sermaye kesiminden medyaya, sivil toplumdan eğitime devlet işleyişini felç edecek, toplumsal düzeni yerinden sarsacak tüm stratejik noktalarda egemen olmuş.
Örgütün, kimi kumpas operasyonlarla ele geçirdiği devletin en mahrem bilgilerini, hizmet ettiği ülkelere sızdıran askeri ve siyasi casusluk faaliyetlerinde bulunduğu da ortaya çıktı.
TSK'nın bilhassa hava ve deniz savunma ve taarruz kabiliyetini çökertecek hamleleri yine kumpas soruşturma ve davalarla hayata geçirdiği ortaya çıktı.
Yani küresel istihbaratın paradigma değişimi sonrası ihtiyaç duyduğu ve nüfuz casusluğu, askeri ve siyasi casuslukla, olası işgal dönemlerinde işbirliğine girişeceği din maskeli örgüt tanımlamasının karşılığının Fetullahçı Terör Örgütü olduğu anlaşıldı. Milyarlarca dolarlık sermaye hareketliliğine hükmedişleri, ekonomik casusluk faaliyetleri de cabası…
Küresel istihbaratın paradigma değişimi doğrultusunda yeniden yapılandığı döneme seyirci kalan ve hatta Fetullahçı Terör Örgütü gibi birçok din maskeli cemaat yapılanmalarının devşirilmesine çanak tutan Milli İstihbarat Teşkilatı, şimdi yeniden yapılanıyor. Dahası yapılanma sürecinde son aşamaya geldi.
Teşkilatın, siber terör ve siber savunma konusunda önemli adımlar attığı, elektronik istihbarat, sinyal istihbaratı alanındaki açılımları doğrultusunda, siber uzman, yazılım ve bilişim uzmanları istihdam ettiği basına yansıdı.
Ayrıca teşkilatın, terörle mücadele operasyonlarında ve dış tehditler konusunda Genelkurmay'a uydu istihbarat görüntüsü desteği sağladığı da açıklandı.
Elbette tüm bunlar geç kalınan ama olumlu gelişmeler. Ama devletin kılcallarına ve hatta iliklerine kadar sızmış Fetullahçı Terör Örgütü ve devşirilen irili ufaklı din maskeli cemaat yapılanmalarıyla mücadelede sonuca götürecek istihbarat paylaşımı noktasında zafiyet gösterildiği tartışmaları açıklığa kavuşmadan, bu denli yenilenmenin kime ne faydası var?
Ha diyorlarsa ki; mevcut MİT yönetimi bu reformlar için ehil kadrolardı, şimdi bu reformların getirdiği imkanlar dahilinde bu tür ihanet şebekelerini yerle yeksan edecek operasyonel kabiliyete sahip kadrolar zamanı; bunu her kim yapmaya cesaret ederse ayakta alkışlarız vesselam…
***
Yukardaki satırların hangisine tanık olmadık 15 Temmuz’da?
Eğer Fetullahçı Terör Örgütü’nün 15 Temmuz Kanlı Darbe girişimi yerine başka bir ülkenin işgal girişimi söz konusu olsaydı, o gece TSK’nın savunma refleksini kontrol eden Fetullahçılar ve ordu içindeki bileşenleri tek bir mermi atarlar mıydı?
Deniz, Hava ve Kara birlikleri ve dahi Genelkurmay ve Savaş Komuta Merkezi Fetullahçıların kontrolünde değil miydi o gece?
Gelelim İstihbarata… Başbakan’ın, “MİT'e niye haber vermediniz diye sordum, cevabı verilemedi” ifadelerinden sonra, yukarıdaki yazıda sözünü ettiğim istihbarat zafiyeti en resmi ağızdan teyid edilmiş olmuyor mu?
Bundan yaklaşık 9 ay evvel, MİT’te “operasyonel kabiliyete sahip kadrolar zamanı” derken boşuna demediğimiz 2 bini aşkın yaralı ve 200’ün üzerinde şehitle mi anlaşılmalıydı?
Biliyorum; yüzbinlerce lira maaş almadığım, arkamda milyarlarca lira sermayeli “küreselleşmiş” güçler olmadığı için ve hatta bu uyarıların yerine ulaşmasının bütün kapıları kapatılacağı için söylediğimin yine kıymeti olmayacak ama yine de uyarmak istiyorum:
Birileri planlı ve sistemli bir şekilde, 15 Temmuz Kanlı Darbe girişiminin arkasındaki ittifakın sadece deşifre olan üyelerini tasfiye ettiriyor. Birileri, TSK’da yüzde 1,5 gibi rakamlar üzerinden, “günü geldiğinde” birlikte hareket edeceği hücreleri perdeliyor. Bazı Kuvvet Komutanlıklarının Personel Başkanlığı gibi kritik birimleri 15 Temmuz Kanlı Darbe girişiminin arkasındaki ÖRGÜTE biat etmiş kripto kadrolara teslim ediliyor. İstihbarat ve Emniyet bürokrasisinde 17/25 Aralık dahil Fetullahçı Terör Örgütü’nün her kalkışmasını izleyenler, örgütün bu kurumlardaki kadrolarını korumak adına masum insanların hayatını zindan edenlerse şimdi sözüm ona örgüt militanlarını avlıyor, tasfiye ediyor.
Tüm bunlar yetmemiş gibi, başka birileri de, kamudan tasfiyelere toplumun sinir uçlarına dokunacak isimler ekleyerek, kısa vadede yürütülen mücadele sürecine dair toplumsal desteği en aza indirmeyi planlıyor.
Ve bütün bunları söyleyen, bu ikazları yapan bizler; mücadeleyi sulandırmakla suçlanıyor, aldığı ücret mukabili “kahramanlık” sergileyenlerce linç ettiriliyoruz.
Böyle bir fotoğrafın gölgesinde, Fetullahçı Terör Örgütü’nün olası 14 Ağustos ya da 13 Eylül planlarının ne istihbari anlamda ne de kamu refleksi noktasında önlenmesi pek mümkün görünmüyor.