AB ve ABD geri adım attı ama yereldekiler hala KANdilli!

ZİHNİ ÇAKIR

Anamuhalefetin başındaki ‘zat’, Türkiye’nin sistemsel değişim ihtiyacı için “KAN” çığırtkanlığı yapıp, “KANdili” egemen kılmanın hesapları içerisinde.

Parlamentonun legal ve meşru tek muhalefeti olan MHP ise, Kılıçdaroğlu’nun KAN çığırtkanlığı ile engellemeye çalıştığı sistemsel değişim talebinin bir aktörü olmasın diye, siyaset dışı odakların operasyon alanına dönüştürülmüş.

AK Parti’nin ise, tıpkı Mustafa Kemal’den sonra CHP’nin, Menderes’ten sonra DP’nin Özal’dan sonra ANAP’ın içine itildiği bilinmezliğe itilirken partinin Kurucu ve yaşayan tek lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın stratejik müdahalesiyle bozulmak istenen fabrika ayarlarını koruduğu malum. Bu partinin 22 Mayıs’ta yapılacak Kongresi ve hemen akabinde oluşacak kabine ile Türkiye’nin değişim arzusunu karşılayacak bir kimliği perçinleyeceğini söyleyelim.

Bizde, bütün her şey gündelik siyaset düzleminde ilerlerken, bu teamülü bozan AK Parti’nin, 4 Mayıs günü dış etkilere karşı sergilediği direnç, meyvelerini de vermeye başladı.

Türk vatandaşlarına yönelik vize serbestisi için –ki bu yönde AB ile Türkiye arasında 2013 yılına dayanan bir mutabakatın olduğunu hatırlatalım- 72 başlıkta toplanan “tahakkümünün” kalan son 5 maddesinden biri olan “terör tanımının daraltılması” düne kadar AB’nin olmazsa olmazıydı.

AB GERİ ADIM ATTI!

Ancak 4 Mayıs günü yaşanan değişim hamlesi sonrasında, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın, bu yönde bir adım atılmayacağını, AB’nin Türkiye’nin iç işlerine karşıması noktasındaki ısrarını reddetmesiyle birlikte AB’nin bu kırmızı çizgisi turuncuya dönüştü. Yeşil olacağının sinyalleri de geliyor. Mesela AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Hansjörg Haber, Türkiye’nin, terörün tanımının daraltılmasına yönelik baskılara boyun eğmeyeceğini ve böyle bir yasal düzenlemenin Türkiye için gerçekçi olmayacağını açıklamasına karşın vize muafiyetine ilişkin yol haritasında hiçbir değişiklik olmadığını söyledi.

Bunun tercümesi, “Türkiye ile vize muafiyeti noktasında bu koşuldan geri adım attık”tır.

Hatta Hasjörg Haber, “Türk gibi başlayıp Alman gibi bitirmek” sözünü de hatırlatıp, vize muafiyeti sürecinin “Alman gibi başlanıp Türk gibi bitirilmek” şekline dönüştüğünü de kabul ediyor.

Bu aslında Türkiye’nin, “makul uzlaşı” adı altındaki teslimiyetçi bir anlayıştan tekrar kararlı ve dirayetli bir duruşa döndüğünün de ispatı.

Sayın Davutoğlu’nun akademisyen kimliğinin verdiği bir özelliğe dayanan uzlaşmacı çizgisi, Türkiye gibi rejimi ve yönetim sistemi dış etkilere açık bir paradigma ile düzenlenmiş ve coğrafi konumu itibarıyla stratejik önem arzeden ülkeler için riskti. Sayın Davutoğlu’nun bu riski en aza indirgeyecek hamlelerin kararlılık ve çatışmacı bir dil olduğunu fark etmemesi sanırım 4 Mayıs’ta yaşanan sonun da en temel gerekçesiyde.

Türkiye, 4 Mayıs’ta bu uzlaşmacı kimliği reddedince, geri adım atan sadece AB olmadı.

ABD’de Türkiye’nin tele endişelerinden biri olan ve egemenliğine yönelik tehdit kabul ettiği Suriye’deki gelişmelerde Türkiye ile aynı çizgiye gelmeye başladı.

ABD İLE "TEMİZLİK" ANLAŞMASI!​

Bölgedeki çıkarlarını koruyup kollayabilmek için Türkiye ile müttefiklik ilişkisini dinamik tutmaktan başka bir seçenek olmadığını anladığı görülen ABD, Dışişleri Bakan Yardımcısı Blinken üzerinden ilginç mesajlar yolladı. Blinken, DAEŞ’in elindeki Minbiç- Mare hattının temizlenmesi için Ankara’yla anlaştıklarını açıkladı.

Böyle bir temizlik operasyonunun sadece DAEŞ’i değil, bugün ticari ve stratejik ortaklığa girişen PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’yi de hedef alacağını söylemek mümkün.

Blinken’in, “Türkiye ile ortak hedefimiz Mınbıc’dan Mare’ye kadar olan hattı kapatmak için birlikte çalışmak. Mare hattında IŞİD’in elinden geri almak için verilen çabayı görmüşsünüzdür. Bu konuya odaklanmış olduğumuzu ve başarmak için birlikte çalıştığımızı söyleyebilirim” şeklinde yansıyan açıklamaları, ABD’nin başıbozuk çeteler yerine uluslararası karşılığı olan ve bölgenin en etkin aktörü konumunda bulunan Türkiye ile olması gereken noktaya geldiğinin de yansıması.

Şimdi bu işbirliği, hiç vakit kaybettirilmeden, DAEŞ ile PYD/YPG arasındaki her türlü ortaklık ve dayanışma argümanlarını masaya koyup bu terör gruplarıyla mücadele başlığına da yayılmalı.

Öyle zannediyorum Ankara’nın uzun süredir, bölgedeki terör gruplarının işbirliklerine ve somut ittifaklarına dair yaptığı istihbari çalışmaların verileri bu başlığı tahkim etmek için yeterli olacaktır.

Biraz daha sabredersek, bu çalışmalar neticesinde kimin kimle işbirliği içerisinde olduğunu, bölgede DAEŞ diye bir örgütün varlığından söz ederken bu örgütün müttefiki olan en tehlikeli örgütün PYD/YPG  olduğunu dünya aleme göstermiş oluruz.

Ve müsterih olun ki, Suriye’deki savaşı topraklarımıza yaymaya çalışan akıl çöktüğünde, 100 yıl önce kaybedilmiş toprakları geri kazanım fırsatı da doğmuş olacak.

Ve işte o zaman bugün KANdili ile konuşan, siyaset dışı merkezler tarafından çekilen operasyona aparat olan herkes de bu ihanetlerinin hesabını en ağır şekilde verecek...