Alevi – Bektaşi

İNANÇ YILAN

Devr-i Osmanlı’da İstanbul dışı genel olarak taşra sayılırdı. Alevi Dedelerinin o dönem köylerde ki evi de Ocak kabul edilirdi. Hatta İstanbul da kilere yani şehirlilere Bektaşi taşradakilere Alevi denmesinin de buradan kaynaklandığı iddia edilir. Çünkü Ocak taşrayı ifade ederken Bektaşiler şehrin güzide yerlerinde ki Dergahlarda olurlardı. Cumhuriyet sonrası şehirlere akan her kesim gibi Aleviler de kültürlerini bu yeni yaşam alanına taşımağa çalıştı. Cem Evleri de şehir merkezlerinde ki apartman dairelerinde bu dönemde ortaya çıktı. Bu durum Cem’i belki her yere taşıdı ama mabed anlamında gelişmesini engelledi. Daha dar alanda ve bu mekana sığacak kadar kişiyi kabul eden apartman dairesi Cem evlerinde sıkışan Aleviler belki ibadet edebildiler ancak sıkışan kitlenin endişeleri arttı. Taşrada olduğu gibi şehirde de kendilerini gizlemek için uğraşan ancak hızla şehirleşme ile birlikte diğer bölgelerden gelenlerle yeniden sentezlenen bu kültür, ilk ve en sarsıcı şoku da yaşamış oldu.

Bütün Ocaklar aynı Cem Evine sığmayınca bölge bölge dağılan ve genel olarak aynı memleketten gelenler kendi kalelerini kurdular. Ancak kendileri gibi farklı memleketlerden gelen ve Alevi kimliğine pekte sempatiyle bakmayan Sünni kitle şehirde de baskın kültürdü. Eskiden sadece kız vermeme ya da ekin alıp almama konusunda karşı karşıya geldikleri bu kesim ile şehirde sosyo-ekonomik bir mücadelenin de içine girdiler.

Şehir modernleşmek demekti. Köy/Kasaba gelenekleri yerine model/modern önermelerle dolu bu yeni yaşam biçimi içinde özellikle ikinci kuşak, Cem Evini sosyal bir platform hatta buluşma noktası gibi gördü. Yani ibadethane değil onlara ait bir nokta idi. Kendilerini, kendilerinden olanlarla buluşturan bir yer. Böyle hissetmekte haksızlar mıydı!

Dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de FARKLI olana karşı anlaşılmaz bir tepki mevcuttur. İki farklı arasında ki tepki her daim patlamağa hazır dinamit gibi şehirlerin köşe başlarında bekliyordu. Sağcı olduklarına inandırılan Sünniler ile onlar sağcı ise bizde olsak olsak Solcu oluruz diyen Alevilerin gerginliği, mezhepsel kavgaları kışkırtmak için bekleyen CIA uzantıları için iyi ve kolay yönetilebilir süreçti.

Buraya kadar en büyük sorun ise Alevilerin kaderine terk edilmesiydi. Devlet her alanda yenilen bu kitleyi görmezden geldi. Kamuda işe girmekten başlayın, sanayi ve ticarete kadar pek çok başlıkta azınlıkta kaldılar, tıpkı diğer bütün toplumsal konularda oldukları gibi.

Her devletin vatandaşlık bağıyla diye adlandırdığı bir yasal kimliklendirme vardır. İşte buna Politik Sınır denir. Türkiye Cumhuriyeti kimliğine sahip herkes bu ülkenin bir paydaşıdır. Kağıt üzerinde böyle yazar da uygulamada aynı şey olmaz, buradan sonra İç Sınırlar başlar. Yani ırk, dil, din, inanç, sosyal veya ulusal köken, cinsel yönelim, renk ve siyasi görüş benzeri kümeleri kapsayan İç Sınırlar, hükümleri yazılmamış bir anayasa gibi işler.

Her vatandaş vergi öder ama vergi dairesinde işe girmeğe sıra geldi mi baskın kümeye dahil olanlara öncelik verilir. Azınlıklar her zaman kaybeder. Kadınlar azınlıkta kalan cinsel kimliktir ve erkek egemen sosyo-ekonomik koşullarda kendilerine yer açmak için mücadele ederler. Siyahlar Amerika’da Hispaniklerden bile daha kötü durumdayken Kızılderililer hepsinden beter haldedir. Myanmar’da Müslüman olduğunuz için öldürülürsünüz lakin Suriye ve Irak’ta Müslüman olmanız sizi kurtarmaz, illa ki baskın mezhebe bağlı olmalısınızdır.

Bu öfkenin yerelde ki kurbanı olan Aleviler uzun yıllar boyu dışlanırken, Alman İstihbarat Servisince (BND) keşfedilen bazı uyanıklarca dernekleştirilip mevzi almaları sağlandı. Hatta parti dahi (Barış Partisi – SHP vb) kurdular. Ancak yeterli katılımı sağlayamadılar. Çünkü sağduyu hep ön planda idi. Ve Alevilerin en son istediği şeydi, marjinalleşmek...

İşbu duvarı aşmak için BND & CIA beslemesi aydınlarımız (Ki bu paraların gavurcası NGO olan Gizli Servis destekli STK’lardan geldiğini bilmeleri imkansız) Tesev, ARI ve benzeri açık toplum çalışmaları adı altında Alevilere ve Kürtlere gerçekten azınlık olduklarını sürekli anlattılar.

Hatta NGO’ların yani yabancı STK’ların ve bunlarla işbirliğinde olanların ülkemiz aleyhinde faaliyet gösterdiğine inanların (ben dahil) yanlış yaptığını aslında onların ne kadar iyi(!) niyetle ta-a buralara kadar geldiklerini güzelleyenlerden biri olan Sami Kohen, 11 Kasım 1999’da Milliyet gazetesinde ki köşesinde ki yazısını şöyle bitiriyordu;  “... Son günlerde İstanbul'daki konferans sırasında da görüldü ki, Türk ve yabancı NGO'ların çoğu, Türkiye'nin hayrına faaliyette bulunan ve ciddiye alınması gereken, saygın kuruluşlardır.
       Arada birkaç "muzır" varsa, işin doğrusu bunları kaale almamaktır. Dün Çırağan Sarayı'nda görüştüğümüz bir Türk diplomatının dediği gibi, ‘Türkiye onlardan daha mı az güçlüdür ki korkacağız’"

Uzatmayalım, üçüncü yazıda devam ederiz kaldığımız yerden...