Yaşadığımız çağın konforundan tarihe bakmak öyle zevkli ki. Hiç uğraşmıyorsun araştırmaya, analiz etmeye, yorumlamaya. Kendi dönemine, şartlarına bakıyorsun ve veriyorsun Atatürk’ün eline bir Ayfon (iPhone) telefon mesela, “ama ama ama neden ‘silahınız yoksa süngünüz var’ demiş, silahları olanları pekâlâ da olmayanların önüne geçirebilirdi, ama ama ama neden Lozan’da İsmet Paşa’ya kesinlikle şunlardan taviz vermeyin dediği halde İsmet Paşa’yı engelleyememiş?” diyorsunuz. Çünkü Atatürk’ün elinde haberleşmek için bir Ayfon telefon olduğunu zannediyorsunuz. Çünkü siz silahları olanlara Ayfon’la anında haber verilebileceğine şartlandınız. Çünkü siz İsmet Paşa’ya Ayfon’la görüntülü olarak mesajların gittiğine ve o çetin mücadele masasında bu mesajların ağırlığının yansıtılabileceğine inanıyorsunuz. Oysa bu mesajların ulaşması dönemin şartlarında günlerce sürüyor. Oysa cephede (bilhassa Çanakkale’de) değil haberleşmek, bir saniye durup su içmek için bile vakit yok. Tek içecek var; şehadet şerbeti. Ve kararınızı bu şerbetten yana vermek zorundasınız. Ki geriden gelenler zaman kazansın.
Verilen örnek çok uçuk gelebilir. Ve fakat inanın, bugün tarihi meselelere karşı bakış açılarının bu örnekten pek bir farkı yok. Böyle olmasa kavram doğmazdı. ‘Anakronizm.’ Yani çağlar arasında kronolojik ilişkinin dikkate alınmaması. Diğer bir deyişle, çağları birbirine karıştırma. Kavramın tanımına yorum katarsak; bir dönemin şartlarına bakmadan, o dönemi bugünün şartlarıyla değerlendirme. Dönemin şartları derken kastedilen nedir peki? O dönem haberleşme nasıldı, ulaşım nasıldı, teknik nasıldı, insanların sosyokültürel yapıları nasıldı, düşünce biçimleri nasıldı, ne giyerlerdi, ne yerlerdi, içerlerdi (bunlar da önemli, kıyafetle düşünce biçimi ya da yaşam şekli arasında çok sıkı bir bağ olduğunu savunur Shakespeare, katıldığım ve üzerinde çok düşündüğüm bir konudur bu. 2. Mahmut veya yenilikçi diğer padişahlar ve son olarak Atatürk neden bu konuya bu çabalarında ilk sıralarda yer verdiler? Bu konu dediğim gibi üzerinde düşündüğüm bir konu fakat bu apayrı bir yazı konusu), insanların psikolojileri nasıldı ve hatta insanların çağlarında gelişen siyasi bir olaya verdikleri tepki nasıldı, ne tür saiklerle hareket ederlerdi ve ne olursa harekete geçerlerdi vs. vs. hepsi birbirine bağlı ve psikoloji ile somut olaylar iç içe olduğu gibi son tahlilde tüm bunların hepsi de yaşadıkları dönem ve şartlara bağlı. Yani şu da olamazdı. Bugün sadece filmlerde ve romanlarda olan kurgunun gerçekten olduğunu düşünün ve bu çağın insanını mesela 18. Yüzyıla gönderin. Bugünkü bilgilerle, bugünkü tecrübelerle, bugünkü teknik bilgi ve birikimle… İnanın bana (bugünü o güne taşımak konusunda) hiçbir şey yapamaz. Hatta bunun içine şeytan girmiş diye bir takım işkencelere maruz kalırdı ve belki de sonunda öldürülürdü. Düşünsenize, kıyafeti yabancı, düşünce biçimi çok çok ileride, ilgileri, zevkleri bile farklı… ‘Burada Starbucks yok mu?’ diye soruyor mesela (çünkü alıştığı o, özlüyor... bu arada bir kez bile Starbucks kahve içmedim ve bununla da övünürüm, bu örnek babındandı o ayrı), gezmek için AVM bakınıyor, WİFi şifresi soruyor mesela bir Yeniçeriye. Yeniçeri “Bre Zındık ne dersin sen, hem bu urbalar da ne?” demez miydi?
Görüldüğü üzere bu yanılgının içine düşüldüğü zaman sadece cehalet değil, komik tablolar da ortaya çıkıyor. Hatta hala gündemleri meşgul eden ve ülkeler arası diplomatik krizlere sebep olan ciddi sorunlara da sebep olabiliyor. Sözde Ermeni soykırım meselesi bunlardan biridir. Koskoca bir imparatorluk (biz imparatorluk yerine Osmanlı Devlet’i demeyi tercih ediyoruz, çünkü Osmanlı emperyal olmadı) çatırdıyor ve yıkılmak üzere. Milletin bir parçası ve en çok güvenilenlerden olan, o milletle iç içe geçmiş ve tarihi arka plana bakıldığında gerektiğinde devletin en önemli kademelerinin teslim edildiği, millet-i sadıka denilen milletin unsurlarından biri seni sırtından vurmaya kalkıyor. Milletin içinden olmayıp sana savaş açanlara öfkelendiğinden daha çok öfkelenmez misin bu duruma? Onlara verdiğin tepki birken bunlara verdiğin tepki iki olmaz mı? Diğer her şeyi bir yana bırakın ve sadece psikoloji nazarıyla bakın tabloya. Yaşanılan hayal kırıklığını daha iyi anlarsınız. Ki soyutta yaşanan bu büyük hayal kırıklığına rağmen somutta yine de o iddialara sebep olacak sözde soykırım gibi bir hadise yaşanmamıştır. Çünkü Osmanlı’da son anına kadar soğukkanlı devlet aklı her zaman ön planda olmuş, geride bırakılan altı yüz yıllık devlet tecrübesi ile hareket edilmiştir. O dönemin şartlarında yapılması gereken neyse (daha çok savunma ve kendi milletini-devletini koruma, ileriye dönük problemleri ortadan kaldırma önsezisiyle) o yapılmıştır. Yaşanan tüm acılar iki taraflıdır ve sebep sonuç ilişkisine bağlıdır.
Kuşkusuz bunları en iyi değerlendirecek alanının uzmanı tarihçiler yani bilim insanlarıdır. Üzülerek şahit oluyoruz ki bunların içinde de bazı isimler gündelik politik çıkarların şehvetine kapılarak zaman zaman anakronizm (tarih yanılgısı) içine düşebilmekte, tarih hiçbir zaman bilimsel manada birebir tekerrür etmeyeceği halde (zaman ve şartlar bağlamında) tarihi bir şahsiyetle bugünün önemli isimlerini özdeşleştirebilmektedir. Oysa ki belki de özdeşleştirilen isim o dönemi ve şartlarını ve hatta dönem ve şartlar gereği yaptığı uygulamaları bilse (bunları yargılamıyorum, dönem ve şartlar dedikten sonra bu yargılama olamaz zaten) o kişiyle özdeşleşmek istemeyecek, kendi özgün kişiliğini muhafaza ederek, kendi şahsi tarihini yazmayı isteyecektir. Böylece kutuplaşmaların ve bazı boş korkuların (eskiye mi dönüyoruz, demokrasi ve evrensel hukuk bağlamında kazanımları mı kaybediyoruz, gibi) yerini gücünü çağından ve şartlarından alan ve ayakları yere daha sağlam basan, güven odaklı akılcı politikalar alacaktır.
Osmanlı’nın çöküş döneminde sorduğu soruların en başında gelen soru şu idi: “Eski gücümüze nasıl kavuşuruz?” Dönemin aydınlarının verdiği cevap da şu idi: “Altın Çağımıza (Klasik Çağ) geri dönelim.” Çok az Osmanlı aydını ileriye bakmak gerektiğini savunmuştu ve ne yazık ki onlar da bir şekilde susturuldu. Oysa doğru olan ileriye bakmaktı. Çok fazla geriye bakarsanız, oraya doğru gitmeye başlarsınız. Altın Çağ’a geri dönelim diyen Osmanlı aydınlarının dönemlerinde yaptığı da anakronizmdi. Çünkü gerideki Altın Çağ, kendi döneminin en ilerisiydi. O dönemin Altın Çağ’ı, bulundukları çağda yaşadıkları dönemin çok çok gerisindeydi. Çünkü Batı bu esnada hızla ilerlemişti. İşte bu aydınlar da sürekli geriye doğru baktıkları için (çünkü en güçlü olunan dönem ve bir yönüyle o çağa özlem duymakta haklılar, fakat bu duygusal bir yaklaşım, gerçekçi değil) geriye gidiş söz konusu oldu. Bilimsel ifadeyle “Gerileme Evresi”ne girildi. İkinci gruptaki aydınların sesi daha gür çıkmaya başladığında yani gerçekler fark edildiğinde ise yıkılma aşamasına geçilmişti. Bu yıkılmayı da dramatize etmemek lazım zira döneminin mevcut şartlarında bu son kaçınılmazdı. Ve kışkırtılan azınlıkların dış güçlerin de desteğiyle devletlerini kurmak istemesi tablonun gerçeğiydi. Ayrıca yıkılan Türk Devleti değildi, hanedan sona ermişti. Osmanlı’dan (Türk Devleti’nden) ise tam 64 devlet doğdu. Bunların en büyüğü ve en güçlüsü –bir açıdan devletin asıl sahibi olan milletin asli unsurlarının, yani Osmanlı’nın da asıl nüvesinin kurduğu devlet- Türkiye Cumhuriyeti’dir. Ve ilelebet payidar kalacaktır.
Bu ‘payidar’lık ise tarihte yapılan yanılgılara düşmemekle ve tarihten ders almakla mümkün olacaktır. Fakat bu ders alma anakronizm içine düşerek yapılamaz. Çünkü burada bir ders alma değil bilakis çağları birbirine karıştırıp, daha büyük yanılgıların içine düşmek söz konusudur.
Velhasıl güzel kardeşim, bu yanılgılardan kurtulmak için işe, Atatürk’ün elinde bir ayfon olmadığını kabul etmekle başlayacaksın ve bir gün yolun eski çağlardan birine düşerse(!) yeniçerilere WiFi şifresi sormak gibi bir yanılgıya düşmeyeceksin.
Çünkü yapılan bu kadar saçma işte.