Sayın Hakan Bayrakçı katıldığı bir televizyon programında özetle dedi ki; başörtüsü Allah’ın bir emridir, başını örten keyfi örtmüyor, Kur’an’da yazan bir emirdir, Kur’an’a inanmıyorsanız yok deyin, dolayısıyla başörtüyü hedef alan, kişinin inancını hedef alıyor. Hem İslam’a inanıp hem de başını açamazsın. Arayın ilahiyatçıları benim bu dediklerimin aynısını diyecektir.
Sayın Doğu Perinçek, katıldığı bir televizyon programında özetle dedi ki; başörtüsüyle voleybol ya da basketbol oynayamazsınız, başörtüsü kadınları sınırlayan bir şeydir.
Sayın Nihat Genç, -bir televizyon konuk etmediği için-, kendi özel kanalında özetle dedi ki; siyasal sembol deniyor, buna itiraz ediyorlar, öyleyse bana başörtülü bir hakimin, savcının, iktidara karşı bir davasını gösterin. Demek ki siz siyasi tarafsınız. Bir örnek gösterin, biz de bu iddiamızdan vazgeçelim.
Baştan başlayalım. Sayın Hakan Bayrakçı, baştan sona yanılıyor. Başı açık kadınları İslam dışı gösteremez. Buna hiçbir ilahiyatçı da onay vermez. Evet, haklı, başını örten keyfi örtmüyor, inancı dahilinde örtüyor ama bu kesinlikle başı açıkların inançsız olduğu anlamına gelmiyor. Başörtüsü ayetleri Kur’an’da iki yerde geçiyor. Kur’an’da geçen her emir farz hükmünde biliyorsunuz. Mesela, namaz, oruç, zekat, hac. İslam’ın beş şartı arasında bunlar zaten. Ama mesela İslam’ın beş şartı arasına İslam’ın gelişinden bu yana hiçbir fıkıhçı alim, başörtüsünü koymamış. Ayrıca Kur’an’da geçen her emrin farz hükmünde olduğundan hareketle, o halde başörtüsünden daha çok geçen “iyilik” konusu niçin farz gibi görülmüyor? İyiliği emredip, kötülükten nehyetme niçin farz gibi görülmüyor ve sürekli gündem olmuyor? Ne demeye çalışıyorum? Konuyu ilahiyatçılara bırakmakla birlikte ve bu konunun tartışılmasının gerektiğine ama bunun siyasiler tarafından değil, ilahiyatçılar tarafından yapılması gerektiğine inanan birisi olarak şunu diyorum; Allah ezeli ve ebedi bilendir. Bazı ayeti kerimeler bu bağlamda yoruma açık bırakılmıştır. Bu da Allah’ın Rahman sıfatının bir tecellisidir. İçtihat denilen konunun ifası içindir bu. Bazıları yoruma tamamen kapalıdır, namaz gibi, oruç gibi, zekat gibi, hac gibi. Fakat bazıları yoruma açıktır. Şu örneği vereyim, benim şahsi fikrimdir, kimseyi bağlamaz, ki ilahiyatçıları bu konuda dinlemeye sonuna kadar açığım ve elbette fikirlerimi değiştirmeye de ancak bana göre başörtüsü meselesini bugün en iyi anlayan ve uygulayan Pakistanlı hanımlardır. Sayın Bayrakçı’ya soralım, şimdi Pakistanlı hanımlar inanmıyor mu? Ayetteki gibi, konuyu hem de birebir tatbik etmişler. İki ayeti kerimede de saç geçmez. Bunu nasıl değerlendirir acaba Sayın Bayrakçı? Ezcümle; başı açık kadınlar kesinlikle İslam dışı değillerdir, başörtülü kadınlar da sadece başlarını örterek cenneti garantileyecekleri gibi bir vehme kapılmamalıdır.
Sayın Doğu Perinçek, bu konuyu çok hızlı geçti. Çünkü Türkiye’nin önünde bana göre de çok daha mühim meseleler var ve sözleri bilhassa Doğu Perinçek ifade ediyorsa her yere çekilebilir. Bu noktada onu anlıyorum. Fakat şöyle bir gerçek var, bu soruyu mesela gidin Cüppeli Ahmet Hoca’ya sorun, başörtülü kadınlar voleybol, basketbol oynayabilir mi, diye, o da aynı cevabı verecektir. Doğu Perinçek bunu ayrım yapmak için söylemedi, bir gerçeği ifade etti. Temel inanış bu yönde. Bu konunun bana göresi ise, oynar. İster rahat hareket etsin, ister edemesin, ister Cüppeli’nin ifade edeceği gibi takva sınırlarını zorlasın, istiyorsa, özgür, hür iradeye sahip bir birey olarak oynar. Elbette başörtüsüyle her bakımdan çelişir, Doğu Perinçek bu konuda haklı ama bize ne, sana ne, bana ne, kime ne?
Sayın Nihat Genç’e de ister bana kızın ister kızmayın hak veriyorum. Şimdi eğri oturup doğru konuşalım, siyasi sembol olduğu fikrine katılmamakla birlikte, bugün, sosyal medyada sıradan bir başörtülü dahi herhangi bir konuda iktidara yönelik bir eleştiri getirse, “başörtünü mevcut iktidara borçlusun” deyip, susturuluyor. Bu çok yanlış. Boğaziçi’nde öğrenci eylemlerine başörtülü gençler de destek veriyor, onlara da aynı gerekçeyle veryansın ediliyor. Bu olmaz. Bu çok yanlış. İşte bu tür hareketler, Sayın Nihat Genç’in eleştirilerine zemin hazırlar ve onu haklı çıkarır.
Sayın Bayrakçı bir şey daha dedi, “bütün ilahiyatçılar benim gibi düşünür” dedi. Vefat etmiş, bir ilahiyatçı –ki bana göre ister görüşlerine katılın ister katılmayın, ilminde çok ileri bir seviyededir- Yaşar Nuri Öztürk öyle düşünmüyordu mesela. Buyurun başlıklar: “Başın örtülmesi hiçbir durumda zorunlu değildir. En makbul örtünme derecesi el, ayak ve baş dışındaki bölgelerin örtülmesidir. İsteyen başını da örtebilir, bu bir tercih meselesidir./ Hıristiyanlık ve Yahudilikte mesela İncil’de Pavlus tarafından bugünkü şekliyle istenmektedir./ Soru; başörtüsünün dindeki yeri bir tarafa, takmak isteyenlerin engellenmesi din açısından doğru mudur? Cevap: Başını örtmek isteyenlerin engellenmesi İNSAN HAKLARI AÇISINDAN doğru değildir.” Benim Pakistanlı hanımlar tezimden yola çıkarak, kendisi de başörtülü bir ilahiyatçı arkadaşıma sorduğum soruya aldığım cevap; saçın kapanması diye bir şey yok. Kıl tüy diye bakıyoruz biz. (Adını asla vermem. Çünkü bana özel bir açıklamadır bu, isterse daha sonra görüşlerini daha açık dile getirir.) O zaman o niye kapatıyor? Ne demişti Yaşar Nuri, bu bir İNSAN HAKLARI MESELESİ, ister kapatır, ister açar. Hem başını kapatıp, hem de görüşleri farklı olabilir.
Bundan yaklaşık yüzyıl önce genelin Abdülhamitçi ve İslamcı olarak bildiği, Ahmet Mithat Efendi, Türk Edebiyatı’na kazandırdığı ilk kadın romancımız Fatma Aliye Hanım’la mektuplaşıyor ve bu konuyu da tartışıyorlar. Fatma Aliye Hanım (Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı), Müslüman kadınlara yönelik, Abdülhamit Han’ın isteğiyle bir risale yazmış. Orada demek ki örtünme meselesinden bahsedecek ki, Ahmet Mithat Efendi onu uyarıyor. Mesele çok mühim olduğu için yazının sonunda bu görüşlere aynı şekilde yer vermek istiyorum. Eğer bu konuda Yaşar Nuri’ye kızacaksanız, Ahmet Mithat Efendi’ye de kızmanız gerekir. Buyurun:
Ahmet Mithat Efendi bu konuda asıl sözü üstad-ı azam dediğin Fatma Aliye Hanım’ın babası Ahmet Cevdet Paşa’ya bıraktıktan sonra yine de bu konuda bir şeyler ifade etmek istediğini söylemiştir. “Kadınların zineti üstlerine başlarına taktıkları muhaşşelattan ibaret olmadığını ve o zinetler gerdan, sine ve saire gibi zinet-i mahsusan-i nisvaniyeleri olduğunu söylemiş idi (Can Muattar’dan bahsediyor). Vakt-i cahiliyette Arap kadınları ama kendilerine koca arayan Arap kadınları, erkeklerin nazar-ı rağbetlerini celb için zinet-i tabi’iye-i nisvaniyeleri addolunan bazı mahallerini gösterirler imiş. Kadınların dedikleri gibi yaşları benzemesin şimdiki frenk nisvanı gibi! Meme kürrelerinin nısflarına kadar açmak olan dekolteler gibi! Hatta şimdi modası geçen turnürleri dahi yayarak, vücutların bazı kıt’aları kaziben daha büyücek gösterirlermiş. Ve çıplak ten olarak gösterdikleri bazı yerlerini dahi boyarlar, nakş ederler imiş. Hala dahi gezerler. Ben kendim dahi görmüşümdür. El-hasıl İslamca da tesettürden maksat el, ayak, yüz gibi izharında be’is olmayan a’zadan başkasını örtmektir ki saçlar dahi izharında be’is olmayan şeylerden olduğu halde bilahare Acemler kadınları taassuben çuvala kadar sokmuşlardır. Milel-i kadimede dahi tesettürü bulacaksınız. Harem daireleri başka olduğunu da göreceksiniz. Kantu’yu tetebbü’ eyledikten sonra başka müracaata ihtiyacınız kalmayacaktır. Lakin bu hakayıkı halka serbest serbest söyleyebilecek misiniz? İşte şüphe buradadır!” Ahmet Mithat Efendi devamla şunları da söylüyor: “Evet! Bize istitarı Acemler ithal etmişlerdir. Türkler İran içinden geçerek onların adat-ı medeniyesini süzüp alarak geldikleri cihetle, bu adet-i medeniyeyi ilk onlardan almışlardır. Hala Yörüklerde istitar yoktur!” Bütün bunlardan sonra Fatma Aliye Hanım’a şu tavsiyede bulunuyor Ahmet Mithat Efendi: “İbn-i Batuta Seyahatnamesi’nden Bilan Sultan hakkındaki fıkrayı dahi yazabilirsiniz. Şan-ı alisine ri’ayet-i lazıme ile yazdıktan sonra ne ma’ni olsun; yalnız inkişaf-ı nisvanı arzu edecek surette yazmayınız ki hanım inkişaf (açılmak) hevesinde diye hezeyanlara meydan açılmasın.”
Görüldüğü gibi bundan yaklaşık yüz yıl önce usta bir gazeteci (üstelik İslamcı diye bilinen) ve bu konuların üstad-ı azamı sayılan Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı bu konuyu tartışmışlar, fikirlerini beyan etmişler ve fakat ne yazık ki yine çeşitli endişeler taşıyarak, dışa karşı çok da ifade edememişler. Oysa bu konu elbette tartışılmalıdır fakat siyasiler tarafından değil, Hakan Bayrakçı tarafından da değil, ilahiyatçılar tarafından tartışılmalıdır. Son tahlilde her ne sebeple olursa olsun meseleye Yaşar Nuri’nin dediği gibi ilk başta insan hakları meselesi olarak bakmak, hem tartışmalara medeni bir ölçü kazandıracak hem de tartışma kültürümüzün gelişmesinde katkı sağlayacaktır.
Eğer bundan, yüzyıl öncenin çekinceleriyle imtina edersek, bu fikir ve ifade özgürlüğü açısından doğru olmayacaktır. Kur’an-ı Kerim düşünüp akledenleri hedef alır ve bunu sürekli vurgular. Düşünüp akletmekten de düşünüp aklettiklerimizi ifade etmekten de ifade edenleri dinlemekten de vazgeçmeyelim. Herkes çeşitli görüşler ortaya koyabilir. Bundan korkmayalım. Zira kimse kimsenin hür iradesine müdahale edemez. Öyleyse bu çeşitli görüşler veya fikirler niye bizi korkutsun, öyle değil mi? Bilmem, yanılıyor muyum?