Çok zaman sonra oturup
Bir fincan kahve içebilmeli insan
Murathan MUNGAN
Bazı sağlık sebeplerden dolayı uzun bir ara yazamayacağım için sohbet tadında olsun istediğim bu yazıma çay mı kahve mi eşlik etsin diye düşünürken aslında uzun zamandır ertelediğim bir konudan bahsetmenin vaktinin geldiğini fark ettim. Çizilen imajların esiri olduğumuz dünyalarımızda kendimiz olmanın öneminden dem vururken, kendiniz olmak adına bizleri şekillendirmeye çalışan gruplara da koymamız gereken mesafelerden bahsedeceğiz gizlice yazımızda. Kahvenin kokusunun, çayın da tadının eşlik edeceğini umuyorum cümlelerimize. O zaman Necip Fazıl’ın “ilaç kokulu” olarak nitelediği “çaydan” yudumlarımızı alırken senelik paydan dakikalarımızı düşelim ve dört tarafımızı saran görünmez bir savaşın içinden, savaşın bütününe bakmaya çalışalım. Bu keşmekeşin içinde bir anlık bir es, bir anlık bir nefes olsun bu yazımız. Bir film sahnesi gibi yavaşlasın zaman ve hayatın bütününde hiçbir önemi olmayan, küçük şeyler için verdiğimiz mücadelenin farkına varalım. Belki alet olduğumuz ama farkına bile varmadığımız savaşların sadık savaşçıları olarak her gün zaman akışında aldığımız yerleri sorgulayalım.
Uyanmamızla başlayan günde; sadece saatlerimizin değil dakikalarımızın bile planlandığı bir dünyada, kahvaltı soframıza eşlik edeceklerin elbette bir savaşı olmalı. Eyvallah. Bu savaşta kendine yer bulmaya çalışan portakal suyundan ziyade, topraklarımızda yetişen çay ile tarihimizde bir yer etmiş, atasözlerimize dahi girmiş ve kız istemek gibi çok önemli ritüellerimizde de yerini almış kahvenin savaşından bahsedelim. Hepsi bir birinden kıymetli, sağlığa olumlu ve olumsuz etkileri olan bu ürünlerin soframızda muadilmiş gibi gösterilmesine ve bu yolla insanların ötekileştirilmesine dikkat çekelim. Belki şu an yazdıklarımız çok abartılı ve hatta mantıksız geliyor olabilir. Ancak hayata daha yakından baktığımızda; çaya ve kahveye yüklenen manaları göreceğiz. Bizlere elma ile armutu toplayamayacağımız öğretilirken, çay ile kahveyi kıyaslamak nereden türedi bilmiyorum ama farkında olsak da olmasak da hayatlarımızı elma ile armutları toplayarak şekillendiriyoruz. Demek ki öğrendiğimiz matematik bazen sadece büyük bir yanılsama. Yoksa neden karşı karşıya getiriyorlar çayı, kahveyi, portakal suyunu aynı masada; açıyorlar göremeyeceğimiz kadar derinlerde bir yara.
Şehirlerin büyüklüğünün nüfusunun büyüklüğü ile ölçüldüğü bir dünyada gittikçe büyüyen bir şehirden, başkent Ankara’dan, tarihe başkentlik yapmış bir başka şehre, Çorum’a taşındık. Artık dünyayı bu küçük şehirden okumaya başlamak gerekiyordu ister istemez. Küçük şehrin refahında, büyük şehirlerin cefasını ancak filmlerde seyrediyorduk. Sosyolojik olarak birçok şey farklıydı ve sistematik olarak yaklaşırken bu fark gözetilmek zorundaydı. Demem o ki bir Hollywood filminin küçük şehirdeki insanlarla, büyük şehirdeki insanlara etkisi de farklı olmalıydı. Bu fark belki de çay ile kahvenin savaşını görüyor olmamı ve bugün bunu burada yazıyor olmamı sağladı. Bir Hollywood filmi düşünün. Beyaz yakalı bir adam, o beyaz yakalar «için», o beyaz yakalar «içinde» hep bir telaş içindedir. Sabah uyanır kişisel bakımından sonra apar topar aynı renk gömlekleri arasından bir gömlek, aynı renk takım elbiseleri arasından bir takım elbise seçer. Ancak şık bir kravatla renklendirebildiği hayatına kol düğmeleri ile de kişilik katar. Yeterince şanslıysa eğer hazırlanmış kahvaltı sofrasından bir iki lokma alır ve alelacele evinden çıkar. Şoförü kapıda bekliyordur. İş yerine girmeden önce karşıdaki büfeden bir büyük boy kahvesini alır ve koşarak işinin başına geçer. Eğer zenginliğinin başında ise birde hiç ihmal edilmeyen bir «metro sahnesi» vardır ki akıllara ziyan. Akıllara ziyan diyorum çünkü tüm bunları kalabalık bir metro da sıkış tıkış otururken bir zincirin parçasıymış gibi hissettiğimde, ne tarafa çekelerse o tarafa ya da ne tarafa iterlerse o tarafa gitmek zorunda kaldığımda düşündüm. Bu durum nasıl cazip gösteriliyor olabilirdi? Gelelim yeniden film sahnemize; başrol oyuncusu, sıkış tıkış o metroya binerken onca kalabalığın ve telaşın içinde kıyafetiyle ayırt edilebiliyordur. Sizi farklı kılanın kılığınız kıyafetiniz ve duruşunuzdur imajı veriliyordu bu sahnede. Mesajı daha açık bir ifade etmek gerekirse; topluluk sizi ne tarafa sürüklüyorsa o tarafa gidin ama giyim kuşamınızla ayırt edilin. Sahneye geri dönersek; bu imaja sahip kişi yine iş yerinin karşısındaki büfeden kahvesini almadan girmez odasına. İster şoförlü bir araçla gelmiş olun, isterse metro gibi bir toplu taşıma aracı ile gelmiş olun, eğer fark edilen biriyseniz kahve içiyorsunuzdur diye tercüme ediyorum kendimce. Öyle güzel sunarlar ki insana bu kahveyi sanırsın itibarın bir parçası.
Gelelim günlük hayatımıza; görüyoruz ki sadece kahve içmek değil kahveyi içtiğiniz yer de itibarın bir parçası olmuş durumda. Nasıl mı? Kahveyi içtiğiniz mekana göre kişiler yaklaşık olarak hayata bakış açınızı, ekonomik durumunuzu, belki karakterinizi bile şekillendirebiliyor zihinlerinde. Aslında çok eksik bir imaj bu. Zaten sadece göstermek ya da ait olmak istediğimiz kısmı olduğu için itiraz bile etmiyoruz bu durumda. Yani bir imaja sahip olmaktansa bir imaja ait olmak istiyoruz fark etmesek de.
İçtiğiniz marka kahve ile bile sizi ötekileştirebilen bir toplumda, bir kahve markası vererek “orada oturmak övünülecek bir şey olmadığı gibi oturmamakta kişilik meselesi değildir” diye açıklamalarda bulunan insanlar var ekranlarda ya da sosyal medyada. Tam da reklamların aksine. Ve bu cümleler beğenileriyle katılan manipülasyonlara gelmeyen (!) binlerce kişi. Oysa ki bütün tercihler bir kişilik meselesidir. Beğenmeyi tercih ettiğimiz cümleler bile bizi bir fikre, bir gruba, bir düzene ait etme girişimidir. Öyle naif gizler ki küçümsemeyi böyle cümleler içinde, itiraz ederseniz aslında ait olmak istediğiniz imajınıza zarar verebileceğini sadece sezersiniz. İspat edemezsiniz (!)
Çay içmeyi tercih ediyorsanız kısmına giriş bile yapamıyorum. Cezmi Ersöz diyor ya “çay henüz bitmedi demektir” diye. Çay henüz bitmedi demektir. Çünkü çay çok çetin bir coğrafyada yetişen, çetin ve inatçı bir bitkidir. Her ne içiyorsanız için ama muhabbetle için…