Dünya en büyük ekonomik buhranlarından birini 1929 yılında yaşamıştı biliyorsunuz. Öyle bir buhrandı ki bu, Almanya gibi bir ülkede çocuklar mark desteleriyle futbol oynayacak dereceye gelmişti. Mark’ın değeri sıfırlanmıştı yani. Böylesi bir sıkışmayı, daralmayı, bunalımı, savaşın çözeceğinde dönemin liderleri birleşmiş olmalı ki bu buhranın ilerleyen evresinde dünyanın en büyük savaşlarından birisi daha yaşandı. “2. Dünya Savaşı.” Tam bir yıkım, acı, milyonlarca ölüm. Dünyada tek kutupluluk, çift kutupluluk kavramı daha görünür oldu ve dünya iki kutuplu bir dünya haline geldi. Savaşın en önemli sonuçlarından birisi buydu. Bu kutuplardan birisi SSCB, diğeri ABD idi. ABD bununla yetinecek görünmüyordu. Dünyada tek kutup ya da başka bir deyişle tek süper güç olma arzusu ta o günlerden başlamış olacak ki, önce Almanya’yı doğduğuna doğacağına pişman eden bir takım önlemler alındı, ardından Japonya’ya atom bombaları ile haddi bildirildikten sonra, belki şu anda bile farkında olmadığı ve aman da ne kadar da çok üretiyorum, ne de çalışkanım, hatta öyle çalışkanım ki bütün hayatım bu iş anlayışı diyerek avunduğu (Japonya bana göre acınası bir haldedir. Fakat bu konudaki felsefi görüşler başka bir yazı konusu) bir müstemleke haline getirildi. Buraları hallettikten sonra ya da bunlara paralel olarak Dünya Bankası, IMF kuruldu. Ardından başkaldıran ya da başkaldırma potansiyeli olan ülkelere yöneldi. Bunlardan iki tanesi, diğer süper gücün etkisindeki Kore ve Vietnam’dı. Sonra çeşitli gizli projeler hayata geçti. Gladyo, Yeşil Kuşak vs. Ve perde arkasında çok çetin mücadele ile geçen Soğuk Savaş yılları başladı.
Öyleyse şöyle bir soru gelebilir akla. Dünya hala devam eden bu bütün mücadeleleri hala bu minval üzere mi yaşıyor? Piyonluktan aktörlüğe meyletmek isteyen birilerinin çıktığı her durumda Cem Yılmaz’ın Gora’sındaki Logar manyağı gibi bir manyak “yakarım bu gezegeni, yakarım” diye ortaya mı çıktı/çıkıyor? Kim bu manyak? Ne istiyor dünyadan ve dünyanın tüm kaynaklarından? Neyse, konuyu dağıtmayalım. Soruyu daha belirginleştirelim. Bu ekonomik bunalım hala 1929 buhranının uzantıları mı? Orayı anlamadan bugünü çözebilmemiz ne derece mümkün? Allah muhafaza, o buhranın etkileri ise o buhranı bir savaşın çözmesi (ya da lanet olsun milyonlarca ölünün üzerinden bulunan öyle çözüme) gibi bir savaş ihtimali bizi mi bekliyor?
1929 buhranıyla ilgili şu bilgiyi de vermekte fayda var. Mustafa Kemal Atatürk var o dönem. Türkiye Cumhuriyeti de bu büyük krizden direkt olarak etkilenmeyen birkaç ülkeden biri. Bu mühim bir ayrıntıdır, bilinmesinde fayda var. O dönemde bu krizin Türk Milleti’ni teğet geçmesi için alınan tedbirler belki sertti, bugün hala tartışılan ve tek yönlü aksettirilen bazı önlemler alınmıştı fakat işte o tedbirlerin böyle bir neticesi olmuştu. Uzun vadede etkisi yaşanmadan atlatılan bir kriz. Bu muazzam bir başarı. Diğer bir başarının yolunu da açtı bu başarı. Türkiye, kilitlenen ekonomilerini açmak, yeni müstemlekeler yaratmak için milyonlarca insanın öldürülmesine sebep olan 2. Dünya Savaşı’na girmemeyi başardı. Ancak ne yazık ki bu başarıyı uzun süre sürdüremedi. Örtülü bir mücadelenin muhataplarından biriydi ve 1957’de stand-by anlaşması ile IMF-Türkiye ilişkileri başladı.
1929 yılından sonra arada yaşanan krizleri saymazsak (sırasıyla 1970, 1980 krizleri, 1990’dan başlayıp günümüze kadar devam eden krizler) bunların en büyüğünü 2007’de ABD’de Mortgage krizi olarak patlayan ve 2008’de bütün dünyayı etkisi altına alan kriz olarak değerlendirebiliriz. Türkiye’de, yakın coğrafyamızda, komşularımızda, hatta Orta Asya, Kafkaslar, Doğu Akdeniz, Çin ve tabi ki Ortadoğu’da birbiri ardına patlayan olayları ve sahnelenen oyunları bir de bu 2008 krizine paralel değerlendirmekte fayda var. Nasıl ki 1929 dünyanın ilk ve en büyük ekonomik buhranı Türkiye’yi teğet geçtiyse, 2008 ekonomik buhranı da o dönemde Türkiye’yi teğet geçmiştir. Şüphesiz ABD yaşanan ve sonra etkisi bütün dünyayı saran Mortgage krizi ile ilgili pek çok film çekilmiştir ama size Jim Carrey’nin başrolünü oynadığı “Dick ve Jane İşbaşında” filmini izleminizi tavsiye ederim. Çok önemli fikirler verecektir bu konuda. Kısaca hala dünyanın etkisi altında olduğu bu kriz dolaylı filan değil direkt ABD ile ilgilidir. Dolayısıyla aşmaya çalışan ve diğerlerine musallat olan da ya da bulunduğu girdaba diğerlerini de çekmeye çalışan da ABD’dir.
Peki, 2008’de bu krizi atlatan ve ekonomisini büyüten Türkiye, bu zamanlardaki başarısını niye bugün gösterememiştir? Mesela niçin dolar gece yarıları operasyonlarıyla artırılırken, buna karşılık eli kolu bağlı kalmıştır? Mesela halk ağızıyla konuşursak, niçin her şeye zam yapılmaktadır? Elbette bir ekonomistin kriz yorumlamasıyla halkın kriz yorumlaması arasında fark vardır. Bir ekonomi uzmanına göre belki yaşadığımız bu süreç hala bir ekonomik kriz olarak değerlendirilmeyebilir ama halk bazında zam ve kriz arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu bakımdan halk bağlamında yaşanan şu son ekonomik gelişmeler ekonomik krizdir.
Az önce ifade etmiştik, 2008’de ABD’den dünyaya yayılan ekonomik krizi, paralelinde gelişen olaylardan ayrı değerlendirmemek lazım diye. ABD bütün kartlarını oynadı şimdiye kadar. Bunlardan Venezuela da nasibini aldı, Türkiye de. Bu oyunların hepsinden de Türkiye başarıyla çıktı. Peki, niçin dolar oyununa yakalandı? Niçin bunu öngöremedi ya da öngördüyse ne yaptı? Ben öngördüğünü farz ediyorum. Fakat diğer konularla uğraşmaktan bu konuya yeterince mesai ve emek harcayamadı. IMKB ve bünyesindeki yabancı yatırımcılar, dolayısıyla dalgalı döviz kuru politikası (ülkemizde uygulanan kur politikası) hemen değişmesi mümkün olmayan politikalardandır. (Çünkü bu yatırımcılar Türk ekonomisi için ne kadar iyiyse, her an pılılarını pırtılarına toplayıp gitme potansiyeline sahip oldukları için o kadar da risk arz etmektedir.) Bu döviz kurunu doğrudan doğruya döviz piyasası belirlemektedir. Bu kur özel sektörün dövizle borçlanması sonucu, döviz kurunun düşmesiyle ithalatı artırmış, ancak ithalat-ihracat dengelerini sarsmıştır. Herhangi bir etki sonucu dalgalanmasıyla oluşan muhtemel etkilerini kestirmek de zor değildir. Bunu sıradan bir vatandaş da değerlendirebilir. Çünkü çok hassas bir denge bu. Her an tepetaklak olmaya müsait, kaygan bir zemin.
Boyumdan büyük laf etmek istemem ama (zira alanım değil) bu kur Türk milli ekonomisi içinde değerlendirilemez. Millilik şöyle dursun, bu bağımsızlığı tehdit eden sinsi bir politikadır. Ki bu bugün bir anda oluşmuş bir politika değildir. Az önce sözünü ettiğimiz üzere 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sizin topraklarınıza öyle giremedik böyle yani para politikaları ile gireriz diye ülkeye nüfuz etmiş bir politikadır. Bu para politikası küresel sermayenin icat ettiği bir politikadır. Özetle ifade edecek olursak, bu politikada üretim yoktur. Küresel sermaye gelişmekte olan ülkeleri daha çok parasal alana sıkıştırmak, IMF ile de onu kontrol altında tutma çabasındadır. IMF meselenin içine girdiği an, malum olduğu üzere birtakım dayatmalar devreye girmektedir. Bu dayatmalarda yine üretim yoktur. Üretimi küresellere bırakmak için alan ve kaynak yaratma çabası vardır. Bu kaynaklar bazen insan kaynağıdır bazen hammadde. IMF’nin rol modellerinden biri olan Endonezya örneğini bu minvalde bir araştırmanızı dilerim. Bugün ırkçılığa karşı bir duruşla bedava reklam alanı yaratan ve markasını sağlamlaştıran Nike firmasının Endonezya’daki fabrikasını ve Endonezyalıların bir ay çalışsa bile aldıkları dolarlarla bir ay çalışmalarının sonunda bile bir çift Nike ayakkabıya sahip olamadığı örneği mesela. Bu, açıklamaya çalıştığımız küresel sermaye ve uyguladığı politika üzerine çarpıcı bir örnektir.
İşte bugünkü tabloyu öngörseniz bile bunu birkaç yılda veya on yılda değiştirmek mümkün değildi. Bu açıdan dolar Türkiye’yi bu kadar kuvvetli etkisi altına alabildi. Türkiye’nin genel manada yanlışı, tüm IMF, Dünya Bankası, Küresel Sermaye ve politikaları üzerine yazılmış yorumlarda okuduğumuz üzere, küresel sermayenin üretimi istemeyip, sırf para politikası üzerine kurulu olduğunu (borç verme, alan ve kaynak yaratma), sıcak para akışını desteklediğini, doğru biçimde anlamaktı. Biz bu konuyu şöyle anladık, bu küresel sermayeden ne para alacağız dedik ve sıcak para akışının yönünü değiştirdik. Al sana IMF dedik. Bak biz böyle de buluruz parayı. Ancak bu IMF’nin ya da küresel sermayenin bu konudaki politikalarına ters bir şey değildi. Üretim yine yoktu çünkü. Sıcak para da nereden gelirse gelsin, sen üretim politikalarına geçmediğin sürece IMF için sorun değildi. Neticede evet, Türkiye başka yatırımcılar buldu. Ancak bu yatırımcıların çoğu ülkeye üretmeye gelmiyordu. Var olan ve zaten üretim yaptığın kurumları ya da Türkiye’de dizilerde gördüğü evleri satın almaya geliyordu. Bir sıcak para akışının yaşandığı muhakkaktı fakat bu akışın sürekli olması için bu yönde paraya dönüşecek kaynaklar tükeniyordu. Üstelik daha tehlikeli bir risk vardı ortada. Birtakım reflekslerle bugüne kadar yabancı ecnebi-gayrimüslim yatırımcıya değil kurum, bir ev bile satılırken epey bir tedirginlik yaşanıyordu. Ancak şimdiki yabancı yatırımcı Müslüman denilerek daha dikkatsiz davranılabiliyordu ve bunlar ABD veya sair benzer ülkelerin bir tür üssü olan ülkelerden de gelebiliyordu. Bunları onlardan zamanı geldiğinde alıvermek ABD veya sair benzer ülkeler için ne kadar zor olabilirdi?
Son kısımlarda biraz fazla kurgusal baktığımın farkındayım. Ancak bunları da değerlendirme süzgecinden geçirmekte fayda var.
Dünya ve o dönemin liderleri, 1929 ekonomik buhranını 2. Dünya Savaşı’yla çözmeyi denedi. 2008’den beri devam eden krizi de bu insanlık dışı metotla mı çözmeyi deneyecek, bilemiyorum. Ve açıkçası böyle bir ihtimali düşünmek bile istemiyorum. Duygusal bağlamda bu minvalde meseleye yaklaşırken, Türkiye’nin 2008’den beri ivme kazanan hareketlenmelerini, bu küresel sermaye ve küresel güçlerle her alanda yaptığı mücadeleleri kıymetli buluyorum, bilhassa askeri alanda yaptıklarını hayati önemde olduğunu düşünüyor, mantıklı, reel ve rasyonel adımlar olarak değerlendiriyorum. Bu buhranı yine Logar gibi bir manyak “yakarım bu gezegeni, yakarım” diye aşmayı denerse, bu adımların hepsi hayati öneme sahip. Umuyoruz öyle bir manyak çıkmaz ve koca dünyayı ateşe atmaz. Bunun yerine dünyada tek güç olmak filan gibi hayallere sahip olmayan, dünyayı kaynakların adil bölüşüldüğü, tekelci zihniyetten uzak, emperyalizm yani sömürgeyi bir tür vampirliğe dönüştürmeyen, emperyalizmi lanetleyen, dünyayı doğasıyla, suyuyla, ormanıyla daha yaşanabilir bir dünya haline getirmek için çalışanlar kazanır. Aksi halde Dünya 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan yıkımdan daha büyük yıkımlarla ve ölümlerle karşılaşır. Üstelik o günün geri teknolojisiyle bile böylesi bir utanç tablosunu yaratmayı başardı insanlık. Bugünkü nükleer silahlarıyla ve bugünün teknolojisiyle neler yaparlar kim bilir? Umuyorum o cinnet eşiğine gelmez ve o eşiği aşmaz insanlık. Kaçıkların yapmaya/yaptırmaya çalıştığı bu çünkü. Dünyayı üçüncü bir cinnet kuşağına sürüklemek. Üstelik buna bir de Armageddon adını vererek. İsa bu savaşın sonunda gelir mi gelmez mi o kaçıkların konusu ama böyle bir savaşın kıyamet olacağı muhakkak. Tıpkı Einstein’ın dediği gibi; “üçüncü dünya savaşında ne tür silahlar kullanılır bilmiyorum ama dördüncü dünya savaşı taşlarla sopalarla olacak.” Umuyorum bu kaçıklar içinde bulundukları ekonomik buhranı, tekelci ve benmerkezci tutumlarının neticesi tüm dünyayı 1929 sonrası yaptıkları gibi yine bir felakete sürükleyerek aşmaya kalkmazlar.
Yoksa konuşacak bir tuvalet kâğıdı zammımız bile olmaz.