Bugün kısa cümelelr kuruyorum

ZEHRA BETÜL ÖZSEÇER

‘’Artık kısa cümleler kuruyorum,

Sevdiklerim, sevmediklerim yanımda.’’

Şebnem FERAH

Tüm sevdiklerime;

Belki bir köşe yazısından çok bir mektup yazmak istedim ve kişi sevdiğine sığınır düsturu ile sığındım tüm sevdiklerime. Duygularım, düşüncelerim, sevgilerim, üzüntülerim; elimden, dilimden kalemimden; dolaylı cümlelerle, süslü kelimelerle çıkmaktansa kısa, net ve belki de hiç olmadığı kadar samimi çıksın istedim belki de. İşte bu istek bir sığınma talebiydi bir gönülden başka bir gönüle, şu sığınmacı günlerde.

Acılı günlerden mi geçiyoruz, acıdan mı geçiyoruz, acı mı bizden geçiyor karar veremediğimiz şu zor günlerde çok düşünür oldum.  Topraktan yaratılmış bizler, varlığımız sanki ateştenmiş gibi yaşıyoruz son bir haftamızı. Acımızın, acıdan acıtmadığı, acıtamadığı günler. Bu süreçte kırıyoruz, kırılıyoruz, kınıyoruz; kırmak ve hatta kırılmak bile istiyoruz.  Aklımızın, gönlümüzün yüzemediği derin sular buralar. Biz ise bize düşen kısmından sorumluyuz hayatın ve sorumluluğumuzun sığ sularında yüzüyoruz, bunun da farkındayım. Bugün bu yazımı bu farkındalıkla yazıyorum. Şimdiden sürç-i lisan ediyorsam, canı yanan bir anadan, bir babadan, bir yar’dan, bir çocuktan özür diliyorum.

Ne de olsa bir babanın, bir ananın isyanında; bir çocuğun bakışlarında; bir yar’in vakur duruşunda; ne hissediyorsak onu arıyoruz ve ne hissediyorsak onu buluyoruz. Yada ne istiyorsak, ne arıyorsak onu buluyoruz sonuçta. Olayın sadece görmek istediğimiz kısmı ile yorumlar yaparken, görünmeyen kısımlarında kimleri ne şekilde incitiyor, toplumsal olarak ne büyük zararlar veriyoruz hesap etmiyoruz. Tüm bunları yaşarken, tüm bunlar yaşanırken; O’nun, ONLAR’ın ne hissettiğini umursamadan hareket ediyor ve hatta ONLAR’la empati kurduğumuzu bile iddia edebiliyoruz. Elbette içimizdeki ateş tüm bu refleksif davranışları yapmamızdaki asıl etmen; ve yine içimizdeki ateş, O’nları, olanları görmemize engel. İşte tam da bu yüzden; sormadan içimizdeki ateşin körüğü nereden (?)diye, isyan ediyoruz hiç düşünmeden! Bende, sağlıklı düşünebilecek kadar zaman geçtikten sonra, yaşanılanların üzerinden, asıl isyanımın nedenini düşünmeden edemiyorum. Aklımdan isyanımın nedeni olarak “konuşmak” geçiyor. Konuşmak, düşünmeden, ara vermeden, nefes almadan konuşmak. Her gün tekrarladığımız cümleleri daha yüksek sesle söyleyerek konuşmak. Daha rijit, can yakıcı kelimeler seçerek, KONUŞMAK. Konuşurken de öfkemizin ardına sığınmak. Örfümüzde, geleneğimizde susmak olduğu yerlerde, ne zaman konuşmaya başladık milletçe. Nerede kırıldı bu çizgi. Artık kısa cümleler kuruyorum. Tane tane okunmasını istediğimden. Belki uzun uzun yazacağım ama kısa cümleleri kuracağım, içimden geçen.

Düşünün ki anasından, yar’ından, yarınından vazgeçmiş bir insan, ölümü anlamış, ölümü kutsamış, tek derdi VATAN. Ölüme adamış kendini; ölümüne adamış, ölüme meydan okuyarak sonsuz yaşamaya talip olmuş bir ADAM. Herkesin kanının delice aktığı dönemde tek aşk bilmiş; VATAN. Tek sevda bilmiş; VATAN. Tek yuva bilmiş; VATAN. Diğer tarafta bizler; havalar ısınsa ısındı, soğusa soğudu, yağmur yağsa güneş açmadı, yağmur yağmasa, yağmadı diyen insan. Bir tarafta VATAN bir tarafta tüm eksikleri, hırsları, yanlışları, bencillikleriyle İNSAN.  Hastalanmaktan bile ödü kopan bizlerin bu adanmışlık üzerinden sesimizi yükseltiyor olmamız bir haksızlık değil mi? Hele de asıl fedakarlık yapanların sustuğu zaman? Kıyafetimizin rengine göre rengarenk çeşit çeşit ayakkabıları dizerken tek tercihi postal olan insanları anlamaktan ve onlar yerine karar vermekten imtina ederek yazıyorum yanlış anlamayın. Ama bu süreçte bu konuşmalardan bu konuşulanlardan da bir insan olarak inciniyorum.

Çektiğimiz acıları, nefret söylemlerini, üzüntüleri; şehitlerimizin üzerinden dillendirirken bu yaptığımız bencilliğimiz değil de ne? Gündelik öfkelerimizi; siyasi, ekonomik kaygılarımızı, inkarlarımızı, O’nların üzerinden birbirimize yansıtmamız, olanların üzerinden birbirimize küsmemiz, o adanmışlığa haksızlık değilse ne? Konuşmak istiyorsak da susmak istiyorsak da onlar üzerinden yapmadan yapamıyor muyuz? Vatan için kalemimizle mi veriyoruz mücadelemizi, bilek gücümüzle mi, beyin gücümüzle mi bilmem, bilemem. Kimsenin vatanseverliğini yargılamak haddini de kendimde görmüyorum. Ama vatan uğruna canından, cananından vazgeçene “yazık” diyen ya da “rakamlarla ifade eden” tüm zihniyeti dikkate davet ediyorum. İnsanların acılarından uzak durun. Ananelerimiz, geleneklerimiz, göreneklerimiz 3 gün bekleyin demiş ise; 3 gün sonra neyi eleştirip, neyi sevip, neyden nefret ediyorsanız, ne istiyorsanız yaşayın ama lütfen akut durumlarda susun. Sessizliğinizi, soğuk kanlılığınızı, sükunetinizi koruyun.

Neden hep kerpiç duvarlardan şehit çıkıyormuş? Sorup duruyoruz kendimize. Bunları düşünürken, bunları söylerken hiçbirimiz kerpiç duvarlarda yaşamıyoruz! O zaman bu bizim ayıbımızdır deyip üzerimize düşeni almıyoruz ve sorumluluklarımızdan kaçarken sürekli şehitlik mertebesini eleştiriyoruz. Sırça köşklerimize yükselirken (bir yükselmeyse eğer) vatan bilincimizden demek ki yavaş yavaş vazgeçiyoruz, vazgeçiriliyoruz.  Kaç para ediyor “Vatan sevgimiz” sormuyoruz kendimize, sorgulamıyoruz. Vatan sevgisinden ne ara vazgeçtik diye dönüp kendimize benzer soruları sormaktansa şehadet mertebesini kerpiç duvarlarla ölçünce rahat eden nefislerimizin esiri olarak birbirimizi incitiyoruz. Keşke sadece incitsek, binlerce yıldan günümüze taşınan bir ÜLKÜ’müzle, karşıt saflarda mücadele ediyoruz. Ülkemde neden kerpiç duvarlar beton duvarlara galip geliyor diye sormuyoruz da bu sevgiyi ekonomik değerlerle ölçüyoruz. Kerpiç duvarlar beton duvarlardan sağlamsa bunu inşa eden toplum mühendislerimizi neden sorgulamıyoruz, toplum mühendislerinin hesaplarına konu oluyoruz. Bu yıkımdaki payımıza düşeni neden üzerimize almıyoruz. Evet “Cennet Vatanımda” kerpiç duvarlar, beton duvarlara galip gelecek çünkü biz “İlkemizden” de “Ülkümüzden” de “ÜLKEmizden” de vazgeçmeyeceğiz.