Türkiye, hiçbir temel enstrümanı çalışmayan Parlamenter Sistem’den, Gazi Mustafa Kemal’in 1921-1924 arası benimsediği yönetim sistemi olan “Cumhurbaşkanlığı Sistemine” geçiş için gün sayıyor. Bu yönde gerekli Anayasal düzenleme için TBMM’deki mesai de dün itibarıyla başladı.
Bir değişiklik teklifine muhalefet edebilirsiniz. Bu gayet normaldir. Hele değiştirilmek istenen sistem, 50 yılı aşkın zamandır sizi sırtında taşıyan bir sistemse, savunma refleksinizin çıtası biraz daha yüksek olur, amenna. Ama ülkeye yararından çok zararı olduğu düşünülen o sistemin değişime dair hem parlamentoda hem de toplum nezdinde bir çoğunluk iradesi oluşmuşsa, demokratik fonksiyonlara bağlı kalarak muhalefetinizi yaparsınız. Ancak bu muhalefetin şekli, modeli içeriği asla ama asla şiddeti ve anarşizmi ve dahi terörizmi teşvik olmamalı olamaz.
Dün, yeni sistem teklifinin TBMM Genel Kurulu’na gelmesiyle birlikte, teklife karşı çıkanlar hem sokakta hem parlamento çatısı altında terörizmi, şiddeti ve illegaliteyi çağıran eylemlere imza attılar.
Bırakın “demokrasi romantizmiyle” gelmeyin bu tespitlerime sakın ola.
Küresel üst aklın kendini yenilemek için bu vatan dahil bölgeyi üs olarak seçtiği, bu yenileme hamlesinin bir parçasının da Türkiye’de bölünme ile sonuçlanacak bir iç savaş çıkarmak olduğu bu kadar aşikarken, muhalefet jargonunuzu ve engelleme metodunuzu şiddet ve çatışma temeline taşır üstüne bir de “iç savaş” tehdidinde bulunursanız, “tüküreyim sizin demokrasi ve ifade özgürlüğü anlayışınıza” derim arkadaş.
Hiçbir demokratik hukuk kuralında, kendi ülkesi için iç savaş çığırtkanlığı yapma serbestisi olamaz. Hiçbir kürsü böyle bir şerefsizliği, böyle bir namussuzluğu dokunulmaz kılamaz.
Türkiye’nin bir iç savaş sarmalına mahkum edilmek istendiği bir dönemde, parlamento çatısı altındaki bir parti mensubunun üstelik kendi ülkesinin parlamentosundaki milletin sesi diye tesis edilen kürsüden “iç savaş” tehdidi savurması tek kelimeyle şerefsizliktir, namussuzluktur, alçaklıktır. Bu pespaye ifadelerin, Parlamenter Sistemin geçerliliğini kaybettiğine dair en somut örnek olduğunu da hatırlatmakta yarar var.
Türkiye’de satın aldıkları siyasiler eliyle ülke yönetimine müdahale eden batı, bu müdahale aparatı olan Parlamenter yönetim sisteminin tasfiyesi sürecinde yine satın aldığı kendine hizmetçi yaptığı siyasi figürler üzerinden saldırıya geçti, bunu zaten biliyoruz. Ancak bu saldırının parlamento çatısı altında, kürsü dokunulmazlığı kılıfıyla alenen yapılmasını hoş görmemizi beklemesin kimse bizden.
Yine aynı çatı altında ve aynı kürsüden, Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemini, “tek kişiye anayasayı değiştirme yetkisi veriyor” diye yalan yanlış ifadeler kullanarak beslendikleri vesayet odaklarına “otoriterleşme” mesajı yollayan, halkı olağan bir yasama faaliyetine karşı tahrik etmeye çalışanlara karşı saygı falan beklemeyin…
Uçkuruna sahip olamadığı için koltuğunu kaybeden biri, belli ki “ağzının uçkurunu” da kaçırmış. Yoksa teklifte, açık ve net bir şekilde yapılan yetki tanımlamalarını, böylesine tehlikeli bir çizgiye eviren, manipüle eden, yalanlarla çarpıtan bir anlayış için başka terimler kullanmak zorunda kalacağım.
Hele bugüne kadar millet iradesini arkasına alarak iktidar yüzü görmeyenlerin, milli iradeyi darbe ve muhtıralarla ayaklar altına alanlardan iktidar umanların ve dahi ülkenin Başbakanı dahil onca insanın darağacında idam edildiği Askeri Darbeyi (27 Mayıs) devrim diye nitelendirenlerin bugün yeni bir 27 Mayıs çığırtkanlığı yapışına elbette sözlerimi kesip kırpıp yumuşatarak değerlendirme yapacak değilim.
Diyeceğim o ki; bu tür söylem ve eylemler, tercih edilen bu karşı çıkış dili ve “direniş modeli” demokratik bir metod değil; bilakis, alçaklık, namussuzluk, şerefsizliktir.
Hiçbir insan fıtratına yakışmayacak pespayeliktir bu.