Belki de bizim nesil “anne terliğiyle” büyüyen son nesildi. Korkardık ya. Bildiğin korkardık. Annemizin kaşından gözünden, ayağında tetikte bekleyen terlikten korkardık. O terlik bazen sebepsiz yere fırlatılırdı, bu sefer de korkudan odamıza kaçıp muhasebeye dalardık. Acaba bu hangi büyük terliklerin habercisi diye. Yine ne yapmış olabilirim diye. Öyle ya, mutlaka bir şey yapmış olmalıydık.
Anormal derecede hiperaktif, acayip yaramaz bir çocukluk geçirdim. O terlikler olmasa daha da nasıl olurdum bilemiyorum. Kadın beni (annem) ya bir ağaçtan toplardı ya da bir su yatağından. Bir gün bacağımı kestim, bir gün çenemi deldim, bir gün ırmakta boğuluyordum. (İzleri hala durur. Yüzme korkum da.) Bir gün komşularla otururken (o zaman babamın görevi dolayısıyla bir kasabadayız ve ben beş altı yaşlarındayım) büyük bir gürültü duyuyorlar. Bir tek annem panik oluyor. “Yine bu benim kızdır, yine başına bir şey gelmiştir” diye. Korkusu doğru çıkıyor. Koşup geldiklerinde görüyorlar ki, ben oldukça büyük bir ağacın tepesinde asılı kalmışım. Bastığım dal da kırılmış. Çıkan ses onun gürültüsüymüş. “Dur, kıpırdama, geliyoruz, seni kurtarırız” filan. Nereye kurtarıyorsun? Ağaç zaten bir tümsekte yetişmiş. Tümsekle beraber ağacın yüksekliği metreleri buluyor. Ağacın hemen dibi de dere. İyi de sen o yaşta nasıl o ağaca tırmandın? Benim küçükken hep öyle hedeflerim vardı. Ya yarlarda dolaşır aşağıya bakardım “burası ne kadar yüksektir acaba?” diye, ya da en büyük ağacı, tırmanılamaz denileni hedef seçerdim, “ben tırmanırım” diye. “Dur, bekle” demeye devam ediyor aşağıdakiler panikle. Fakat nereye bekliyorsun? Ellerim tutmuyor artık ve aşağı baktıkça başım dönüyor. Neyse, bıraktım tabi ellerimi. Aynen, az önce kırılan dalın üstüne, suyun içine. Neyse ki o dalın yaprakları düşüşümü yumuşatmış. Bir süre bayılmışım. Haydi, yine hastaneye. O babam ne çekti? Devamlı ya tetanos iğnesi vurdurmak ya da dikiş attırmak için taşıdı beni kolunun altında koşarak hastaneye.
Her neyse.
İşte, o terlikler de olmasa kadın nasıl benimle başa çıkardı bilemiyorum. Kaşıyla gözüyle ise hizaya sokma yeteneği vardı. Her anne gibi. Bugünkü bütün pedagoji metotlarının özetiydi o kaş göz. Tek bir hareketle biz nerede, nasıl davranmamız gerektiğini bilirdik. Böyle böyle bugünlere geldik. Ayrıca bugün çocuklara öğretin denilen bütün konularda bilinçliydik. Bu noktada da anneannem lokomotifti. Yabancı erkekler, şeker vermek isteyenler, size izinsiz dokunmaya kalkacak olanlar… Ne yapılmalıydı? “Avazın çıktığı kadar bağır ve hemen bize haber ver.” O kapalı toplum lafları filan hikaye. En azından bu bizim aile için geçerli değildi. Son derece uyanıklardı bu konuda ailenin kadınları. Hatta o kadar ki bu noktada herhangi ekstrem bir davranışı yabancının gerçekleştirmesi de mühim değildi. Tanıdık biri de olabilirdi bu. Yani şunu demeye çalışırlardı. Bunu size kimse yapamaz. Bir de ailenin kadınlarının meşhur bir lafı vardı: “Söyleyin, kafalarının pekmezlerini akıtalım.” Hepsi birer, hani denir ya tam bir Osmanlı kadınıydı. İşte ben bu görmüş geçirmiş kadınlar sayesinde ve onların korumacılığında, özgür fakat son derece bilinçli bir çocukluk geçirdim. Yüz kere ağaçtan düştüm, annem bir daha ağaca çıkmamı yasakladı mı peki? Hayır. Bin birinciye yine çıktım. Gibi.
Yukarıdaki başlığa bakıp, “tü sana, hala bu yüzyılda dayağı savunuyor” filan diyecek olanlara bu anlattıklarım bir ipucu olmadıysa, devam edeyim. Çünkü o başlığa bir ilavem var: “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” Bu manada insanın evriminde annelerin bulduğu o “terlik” var ya o “terlik”, muhteşem bir buluştur. Hem bir şefkatin abidesidir hem dozun, dengenin. Bir sopa değildir mesela, bir odun da değildir. Annelerin ayağından çıkarmadığı, sıcak ve yararlı bir kullanım eşyasıdır. Bunun iki mesajı vardır: “Seni dövmüyorum, okşuyorum.” “Seni senin yararın için yumuşakça uyarıyorum.” “Öyleyse, kaş göz evresindeyken (nush) nerede duracağını bil ve beni zorlama.” Ki o terliğin arkası hiçbir zaman gerçek bir dayağa dönüşmemiştir mesela. Yani çocuğun psikolojisinde olumsuz bir etkiye yol açmamıştır. Bunun böyle olduğuna çocukluk hikayelerimizi anlatırken “anne terliğini” gülerek anlatmamız en büyük delildir. Bunu Anadolu kadını muhteşem bir eğitim aracı olarak kendi tarihine ilave etmiştir. İnanın bana araştırılmaya ve incelenmeye değer çocuk eğitimi konularından biridir. Benim bunu burada anlatmam sayfalar sürebilir. O yüzden kısa kesiyorum.
Bu eğitim evresinden yeterince geçmeyen, bizim annelerimiz gibi annelere sahip olmayan, üstelik değişen dünya ve kuralları ile birlikte alanları son derece genişleyen ruhsal dengeleri bozuk koca adamlara ne yapılması gerektiğine gelebiliriz artık. Bu adamlar sadece çocukların, bebeklerin (artık bebeklere musallat olmaya başladılar) değil, tüm toplumun ruh sağlığını tehdit eder hale geldiler. Yaşananların dehşeti hepimizi etkiliyor ve içinden çıkamıyoruz bu durumun. Ruhsal ve fiziksel olarak etkileniyoruz. Çünkü psikolojimiz bozulunca bu yaptığımız işe de yansıyor ve geleceğe daha karamsar bakmaya başlıyoruz. İşimize konsantre olamıyoruz. Kafamızda bu ve benzer hadiseler sürekli dönüp duruyor ve bocalıyoruz. İyi de bunun üstesinden nasıl geleceğiz? İşte bu noktada, bağırıp çağırıp suçluya öfkemizi dile getirmekten ziyade –ki hepimiz son derece haklıyız- çözümler üretmemiz gerekiyor. Bu ve benzer hadiselerden, steril ortamlarda hazırlıksız yetişen çocukları nasıl koruyabiliriz, bu adamları nasıl ıslah edebiliriz? Üstelik bu adamlar toplumda gizlendiği için bunlara karşı nasıl genel, caydırıcı önlemler alabiliriz.
Biraz sonra o çözümleri sıralayacağım. Önce şu “terlik”li annelere dönelim. Ve diyelim ki “ey terlikli anneler geri dönün.” Çocuğun steril ortamlarda hiçbir otorite ile karşılaşmadan büyümesi de görüldüğü üzere çözüm olmuyor. Çünkü böyle yetişen çocuklar dışarıda son derece zalim, sapkın insanlarla da karşılaşabilir. Bugün olmasa, ileride yetişkin yaşlarında mutlaka karşılaşacak. Demek ki bu çocuğun son derece güçlü ve her türlü duruma hazırlıklı büyümesi gerekiyor. Anne baba otoritesini tanıması gerekiyor. Bakın yine döndü bilim. “Ay anne babanın çocukla arkadaş olması yanlışmış, anne baba yine anne baba olsun, çocuğun kafası karışmasın.” Bu ne? Dalga mı geçiyorsunuz? Onca ahkam kestiniz. Yok çocukla arkadaş olun, yok azarlamayın, yok terlik atmayın. Sonra? Aaa yanlışmış bunlar. Yanlış tabi. Çocuk bu kadar her şeyin yolunda gittiği bir ortamdan, hiçbir şeyin yolunda gitmediği bir dünyaya çıktığında nasıl mücadele edecek bunlarla? Tıpkı tüm mikroplardan korunan bir çocuğun, bağışıklık sisteminin çökmesi gibi. Dünya dün olduğundan daha kötü bir yer değil. Dünde vardı bugün yaşadıklarımız. Bugünün farkı bunları daha geniş çerçevede duyuyor olmamız. Yani biz daha iyi bir dünyada yetişmedik aslında. Fakat biz bilinçli ve güçlü yetiştirildik. Bunun için kendimizi nasıl korumamız gerektiğini de ta küçük yaşlarda bile biliyorduk. O zaman da vardı sapıklar, o zaman da vardı ruh hastaları. Yoksa, niçin bizi annelerimiz anneannelerimiz o kadar ikaz ediyordu.
İkincisi, evet efendim, dayak cennetten çıkmadır. “Cehennem olmasaydı, yeni bir cehennem icat etmek zorunda kalırdık” diyor Voltaire. Eğitimden ve öğretimden geçmemiş, insan olmayı başaramamış, evrimini tamamlayamamış bir yaratığı ne durdurur soruyorum size? Cehenneme inanmıyor veya bilmiyor, kanunlara güveniyor (ya yakalanmam diyor ya da o azgın nefisini o anlık tatmin etmek için yatar çıkarım üç beş sene diyor) hiçbir değer yargısı yok, insanın varoluşuna dair hiçbir hedefi, ideali yok. Böyle bir insanı ne durdurur? Hiç lafı eğip bükmeyeceğim, kötek. Eşşek sudan gelene kadar, belinden alt tarafı tutmayana kadar kötek. Nush’la uslanmaz çünkü. Nush insanadır. Hatta hayvanadır. Hayvan bile anlar, küçücük bir eğitimin sonucu, ne yapması gerektiğini. Bunlar başka bir yaratık. Başka bir tür. Bu bağlamda idam ödül gibi kalır işte. O, yok AB idi yok şuydu buydu tartışmaları da rafa kalkar. Aman efendim, buna da işkence derler. Vallahi sen devletsin. Bul bir çözüm. Bunu da mı ben öğreteyim? İlla senin yapman gerekmiyor ki bunu. Devlet aklı diye bir şey var. Bak bakalım o belinden altı tutmayan adam, ömrünün geri kalanını nasıl geçiriyor. Sokaklarda nasıl sürüm sürüm sürünüyor. Bundan daha büyük bir adalet olabilir mi? Ha, bunu devlet yapmıyor mu, işte o “terlik”li kadınları burada da göreve çağırıyorum. Terlik bunlara hafif kalır. Alın ellerinize birer odun, belden altı tutmayana kadar vurun. Mesela üç yaşındaki bebeğin tacizine o anda şahit olan kadınlar bu bilinçte olsaydı ve hepsi toplaşıp dediğimi yaptıktan sonra polise teslim etseydi, kim ne diyebilirdi bu annelere? Bakın, öldürün demiyorum. Ölüm ödüldür çünkü. Bu halde bırakın. Bitti. Madem durumlar bu vahamette, kendi toplumsal çözümlerimizi, kendimiz bulalım.
Ayrıca ey “terlik”li anneler, meselenin ya da buz dağının görünen yüzü bu. Sizi, bu vahametleri çoğaltan ya da bunlara kapı açan konuları daha başından bitirmeye, bu sesin sahiplerine “kes sesini!” demeye de, elinizdeki terliklerle bu tür insanların karşısına dikilmeye de davet ediyorum. Nasıl mı? Mesela biri çıktı 6 yaşında çocukla evlenilebilir dedi. Anında adamın evine ofisine binlerce terlik gönderip, elinizde terliklerle kapısının önünde protesto etmeye davet ediyorum. Ve mümkünse şöyle bağırmanızı: “Böyle ikiyüzlü bir anlayış olamaz!” “Sen nasıl bir vicdansızsın!” “Sen bu dini nasıl böyle gösterirsin!” Öteki taraftan biri çıktı, tecavüzcünün de hakları var mı dedi? Anında ona da aynı metotla binlerce terlik gönderip, “üç yaşındaki bebeğin hakları nerede ey vicdansız! Sen hiç mi anne terliği yemedin” diye haykırmanızı istiyorum. Ve bu dediklerimi muhafazakar camiada protesto kültürü gelişmemiştir diyenlere karşı bilhassa mütedeyyin, muhafazakar kadınların yapmasını öyle çok istiyorum ki.
Çünkü ey “terlik”li anneler, ey kadınlar, yetişkinler arası bu vakalar bir şekilde hukuk çerçevesinde çözülür. Yetişkin mağdur, bunu bir şekilde atlatır. Yetişkin mağdur, bunun kendi suçu olmadığını, ahlaksız bir sapığın kurbanı olduğunu bilir ve içi bir nebze rahatlar. Hukuk yoluyla da diğer yollarla da bu insanlık dışı hadiseyle baş etmenin yollarını bilir ve çabalar. Daha ileri gitmek istemiyorum ama en azından aklı, bedeni, bütün varlığı yetişkin özelliklere sahiptir. Bu sapkın, iğrenç kötülükle karşılaşması tam bir yıkım olsa da toplumun ve hukukun desteğiyle ve yetişkin bilinciyle bir şekilde yeniden yaşama ve topluma adapte olabilir. Ama bir çocuk öyle değil. Hele bir bebek hiç değil. Aklımı kaçıracak gibi oluyorum bu örnek aklıma geldiğinde ama o bebeğin ağzı süt kokuyor daha. Bundan daha ötesi var mı? Hiçbir uzvu gelişmemiş. Bilinci dahil. Ve böyle bir bebek bu şeytanla karşılaşıyor. Aslında şeytan bile bu kadar kötü olamaz! İşte bana bu şeytanın savunmasın hiçbir hukuk kuralıyla yapamazsınız. Ancak şeytanın avukatı olmanız lazım. Hal böyleyken o eli öpülesi “terlik”li anneler, odunları elinize almanın vakti geldi. O çocuklar, o bebekler tüm milletin bebeği, çocuğu. Değil “anne terliği” hiçbir eğitimden nasibini almamış, cehennem bilmez, kanun bilmez, hukuk tanımaz bu lanetli güruhu adam etmenin vakti geldi.
Ne diyordu ben çocukken ailemin bin erkeği cebinden çıkaracak heybetli kadınları bana; “söyle de kafasının pekmezini akıtalım.” Bu topluma böyle kadınlar lazım. İş işten geçtikten sonra değil, olay olmadan bunu önleyecek bilince sahip ya da olay anında buna bütün hiddetiyle müdahale edecek kadınlar lazım.
Öyleyse, ey “terlikli anne”ler geri dönün! Dönün ki çocuklar ne mağdur olan taraf olsun, ne de mağdur eden taraf.