Beyaz ve ırkçı olanla derin devletin adayı arasında ki tercihini ilkinden yana kullanan ABD’li seçmenin bu tercihi hala tartışılmaktadır. ABD’nin bu tercihinden önce seçim tarihiyle göreve geliş tarihi arasındaki yaklaşık 2 ayın öyküsü doğru okunduğunda çatışmanın da içeriği ortaya çıkacaktır. ABD’nde seçimden sonra devir teslim olmaz. 8 Kasım 2016’da kazanan Trump, kendinden önceki Amerikan Başkanları gibi 2 aylık eğitimden sonra –ki buna kendileri Başkan’ın hazırlanması diyorlar– 20 ocak 2017’de Beyaz Ev’e geçerek 45. ABD Başkanı olarak göreve başlayacak. Ancak gerek yaşam öyküsü, gerekse sorunlara dair çözüm önerileriyle hem iç kamuoyu hem de uluslararası alanda pek çok sorun ve krize gebe bir dönem yaşatacağından artık kimsenin bir şüphesi kalmadı.
Seçimin sonucunu büyük bir şaka olarak görende var, tarihsel kırılma noktası olarak gören de. Bilindiği üzere ABD Başkanları genelde derin devlet stratejisiyle uyum içinde çalışırken, genel teammül gereği kendilerine kadar ki döneme doğru süregelen Dış Politik düzlemi pek esnetmezler. En fazla vergi mevzularında Kongre ile çatışan bir görüntü verirler. Ancak Trump daha Başkanlık koltuğuna oturmadan en sert eleştirilerden birini CIA Başkanı John Brennan yaptı.
Özetle “Trump’ın ABD istihbaratı hakkında yaptığı yorumlar, ülke güvenliği adına bir tehdit” diyerek kendi derin devletlerinin Trump’a bakışını da özetledi. Peki bu maçın sonucu ne mi olur? Trump ya sadece ırkçı olarak kalarak ülke içinde ki göçmeleri rahatsız eden Beyaz Saray kuklası olur, aksi halde o görevde ve dahi hayatta kalma ihtimali çok zayıf görünmektedir. Süprizlere hazır olun derim ben.
Hele ki geleneksel Rusya politikasını terk edecek gibi olduğu düşünülürse, durumun/un vehameti de ortaya çıkacak gibi...
&
Dolar başta olmak üzere döviz aldı başını gidiyor. Her kafadan bir sesin çıkması da gayet normal, hele bu tür fırsatları kaçırmayı sevmeyen kriz kahinleri de “ben demiştim” kablinden açıklamalarla gündemde ki yerini almağa başladı. İktidar ile faiz lobisi arasında tabiri caizse iki arada bir derede kalan Merkez Bankası ise kendisine bir çıkış yolu arıyor. Eğer hala diğer Merkez Bankalarıyla eş zamanlı bir ilişki kurup çözüm stratejileri geliştirmek yerine “faiz indir olmadı bindir” mantığıyla giderlerse, biz de “Döviz Krizi” martavallarını dinlemeğe devam edeceğiz.
Bir de herkes kriz, döviz falan derken ve dahi kehanette bulunurken, bende geri kalmayayım ama yapısal anlamda iki çözüm önerisinde bulunayım. Birincisi şirketlere varlıkları – yatırımları ölçüsünde borçlanma sınırı getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde Borç veren ile alan arasında ki bu ilişki düzenlenmezse biz daha çok, ticari kriz haberi okuruz. İkincisi bankalar ülkemiz insanını tabiri caizse kredi – kredi kartı uçurumunun dibine sürükleyip duruyor. Ancak özel sektöre kredi vermek konusunda ise çok gönülsüz bir tavır içindeler. Özellikle kredi faizleri, şirketlerin kolay kolay kabul edebileceği sınırlar içerisinde değil. İş bu sebepten ötürü her bankanın bireylere kredi verdiği miktarın 30’un kadarını özel sektöre kullandırma şartı getirilirse emin olun kredi ve kredi kartı dağıtma hız kesilecek, kendilerine ait olmayan parayı harcamaktan vazgeçecek yurttaşlarımız da ayağını yorganına göre uzatarak icra – takip stresinden kurtulacaklardır. Yoksa zırtp pırt hükümet, yapılandırma ve faiz ayarlama gibi fantezi dolu çözümlerle günü kurtarmağa devem edecektir.
Ayrıca TL değer kaybetmiyor Döviz yükseliyor, cahilliğin lüzumu yok. Değer kaybı enflasyonla ölçülür, diğer paralar karşısında ki rekabet gücüyle değil. Kaldı ki enflasyon oranları da 2016’da beklentilerin altında kaldı. Gerçi satın alma gücü ne kadar arttı ona da ayrıca bir bakmak gerekir, yerim dar sonra bakarız onunda fotoğrafına bir ara.
Ancak Otoyollara yapılan zam oranlarına baktığımızda Gelir açığını kapatmak için çözümü gişelerde arayan ekonomi yönetimi bence AK Parti Hükümetleri içerisinde ki maalesef en başarısızydı diyebiliriz. İkincilikte olsa olsa Ulaştırma Bakanlığında olur. Bu kadar harika yol – köprü ve alt geçit projeleri böyle mi berbat fiyatlandırılır anlamak mümkün değil.
&
Anayasa görüşmeleri beklenen tansiyonda başladı. Hararetin dozu giderek de artacağa benziyor. 15 Temmuz darbe girişiminden bu kadar çabuk sıyrılıp eski günlere dönmemiz hayret verici ama bizi biz yapanda biraz bu aslında. Anayasa değişikliğinin bu haliyle neye benzediğni veya olası sonuçlarını yorumlayabilmemiz için biraz sükunet gerekirdi ama iktidar ve muhalafet bu işi de yüz göz olarak meclise taşıdığı için bir yorum yapma şansımız kalmadı.
Şimdi meclisten ne çıkarsa veyahut tekliften geriye ne kalırsa biz referandum da onu oylayacağız. Sonuçta şunu anladım ki, bırakın darbe sonrası yaşadığımız son dönem tartışmalarını, uzaylılar tarafından işgal edilsek dahi bütün dünya çözüm ararken biz Uzaylılar acaba Başkanlığı mı yoksa parlamenter rejimi mi ister diye birbirimize gireriz.
&
Malum kafayı sıyıran bombayı silahı alıp aramıza dalıyor. Neredeyse rutin bir eyleme döndü. Ne zaman neresi patlayacak diye bekliyoruz. İntihar saldırılarına çözüm arıyorsak ben biraz sert ama gerçekçi bir öneride bulunacağım. Bu tür saldırıların failleri ve organizatörlerinin evlerini başlarına yıkmamız lazım. Ailelerinin suçu ne derseniz, iyi de o zaman bizim suçumuz ne?
“Benden sonra aileme ne olur” sorusunun cevabı bu saldırgan ruh hastaları için çok iyi bir fren mekanizması oluşturur. Olayı faşizme falan sokmayalım falan derken bunların anladığı dilden konuşmamız gerektiği gerçeğini de unutmamalıyız. Ya sert önlemlerle dur diyeceğiz ya da sıradaki manyak kendini nerde patlatacak veyahut çevresine kurşun yağdıracak diye bekleyeceğiz.
Ha-a birde elimizde harika bir de örnek var. Namus daha doğrusu “Töre” cinayetleri vandallığında, tetiği çekene değil, çektirdiğini düşündüğü herkese ceza yağdıran Yargı sayesinde malumunuz bu vahşet epey azaldı.
&
Tutuklu Gazeteciler mevzuna da girmeden olmaz, son dönemim en hararetli konularından biri, ülkemiz açısından da uluslararası alanda stres oluşturan konulardan biri malumunuz.
Öncelikle Gazeteci suç işlemez diye bir kanun da yok kaide de. Veyahut gazeteci aklına geleni yazacak söyleyecek diye bir şey de yok. Kimi PKK kimi FETÖ ile iş tutmuş kimisi ise Ahmet Şık örneğinde olduğu gibi devlete “Katil” demiş bir grup sorunlu zihniyetin aklına – ağzına geleni söylemeğe bir yetkisi benim bildiğim mevcut değil.
Kusura bakmayın ama üzerine konuştuğumuz bir devlet. Sağından soluna, dindarın ateistine kadar yelpazenin her bir tarafına toplanmış bu kişilerin tatmin olmasını bekleyecek, izleyecek ve sabredecek halimiz kalmadı. Canı sıkılan sövecek, sonra da vay ben eleştiri hakkımı kullandım diyecek. Yok öyle yağma. Bomba patlayacak, şehitler verilecek, sosyal medyadan iğrenç paylaşımlar yapılacak, biz de bunu eleştiri ve fikir hürriyeti olarak göreceğiz.
Bunu sadece biz değil, hiç bir ülke hoş görmüyor. Türkiye’yi eleştirirken örnek gösterilen ülkeleri ve yaptıklarını anlatmağa değmezde iki örnek yeter. Türkiye yargılıyor, ABD ve Almanya ise öldürüyor. Bakınız Mark Lombardi ve Ulrike Meinhof örneklerine. Gevezeliğin ve gerzekliğinde bir sınırı vardır.
&
FETÖ davalarına girmiyorum dikkat ederseniz artık pek, hatta Zihni Çakır’ın enerjisine de bu konuda ki inadına da bazen şaşırıyorum. Emniyet, Ordu, Yargı be diğer Mahrem Hizmetler olarak adlandırdıkları yerlerdeki isimleri ve yapılanmaları tek tek yazdığım halde aynı tas aynı hamam gidiyor. Sonra vay suikast vay istihbarat zaafiyeti diyerek muhabbete devam. Aslında bana ne diyeceğim demesine de FETÖ ile mücadelede başarılı olunmazsa geri geldiklerinde hedef olacağımı da bildiğim için ara sıra hatırlatıyorum belki bir değişiklik olur diye ama nafile. Sonuç yok... Olacağı da yok. En azından benim gibi birisi bile bütün umutlarını kaybetti ama yinede daha önce hazırlığına başladığım “FETÖ’NÜN ADALETİ” başlıklı yazı dizimi söz verdiğim gibi yetiştirmeğe çalışıyorum.