Filistin Bayrağı değişsin!

NUR SÜMEYRA

Bir kere şunu netleştirelim. Biz “Kudüs” derken, elbette oradaki Müslüman halkın ve hatta diğer inanç sahiplerinin haklarını da özelde mazlum Filistin halkının haklarını da savunuyoruz ama asıl savunduğumuz “Kudüs” üzerindeki “himaye” hakkımız. Bakın dikkat edin sadece hak demedim. Himaye hakkı dedim. Çünkü sadece hak desem durum değişir. Vaziyet daha çetrefil bir hal alır, Müslüman Araplar da hayır o hak bize ait demeye başlar, İran da tutar hayır o hak bizim der. Ve yine bir bölünme konusu çıkar. Bu açıdan kullandığımız sözlere ve terminolojiye dikkat etmemiz gerekir.

 Biz bu himaye hakkı ile ne demiş olacağız peki? Şunu diyeceğiz: Biz asırlarca bu bölgeyi barış içinde, bütün dinlere nefes aldırarak, huzurla ibadetlerini yapmasını sağlayarak yönettik. Bu himaye ile birlikte oraya emek, çaba ve maddi manevi kaynaklar ayırdık. Bizde hiçbir zaman “işgal” anlayışı hakim olmadı. Biz girdiğimiz her yere hatta ecnebi bölgelere bile “fetih” niyetiyle girdik. Bunun için mazlum Hıristiyan halkları bile asırlarca “Kardinal külahları yerine Osmanlı’nın sarıklarını tercih ederiz” yaklaşımında oldular. Bu söz çok önemlidir ve altında koca bir tarihin doneleri yatmaktadır. Bu söz çok önemlidir ve altında koca bir tarihin nasıl destansı ve insani verilerle süslendiğinin kanıtlarındandır. Bu söz çok önemlidir ve Müslüman Türklerin bunu bugün de çok iyi değerlendirmesi gerekmektedir. Demek ki biz fethettiğimiz yerleri elbette yönetmişiz fakat ilkin himaye etmişiz.

Burada anlaştıysak diğer mevzuya geçebiliriz. Osmanlı son üç asrı içinde mütemadiyen hem fiili hem de sinsi saldırılara maruz kaldı. Osmanlı aslında Ayastefanos’ta tamamen bitmişti. Bunu uzatan ve Milli Mücadele için zaman kazandıran kurt siyasetçi, muazzam zeki cennet mekan Abdulhamid Han’dır. Aslında Ayastefanos’un imzaladığında padişahın Abdulhamid Han olması çelişki gibi görünse de sonrasında usta manevralarla bu süre için adımlar atılmıştır. Osmanlı’nın yine bütün dünyaya 1876’da iflas ettiğini açıklaması da yine bu dönemdedir. Geriye doğru gidildiğinde bu dönem Tanzimat’la başlar. Tanzimat Osmanlı’yı Batı’nın zihin dünyasını anlamasını sağlama amacıyla, ayakta tutma çabasında bir dizi yeniliklerdir. Neden onlar ileri, onları nasıl yakalayabiliriz, onlarla nasıl eğitim, teknik, bilim konularında eşit hale gelebiliriz? Bu döneme sütten çıkan ak kaşık nazarıyla bakmak ne kadar yanlışsa bu döneme salt paranoya nazarıyla bakmak da o kadar yanlış olacaktır. Yani Mustafa Reşit Paşa’ya “İngiliz’İn adamı işte, İngilizlerle Baltalimanı’nı imzaladı, uzantısı iflas oldu” demek Yeşilköy’e kadar gelen Rus Ordusu’nu tarihten silivermektir. Ayastefanos’u görmemektir. Keza Ayastefanos’tan, Rusları çekemeyen İngiliz Fransız ve Almanlarla sıyrılmak ve bunun neticesinde bak bak İngiliz Alman Fransız’a sığınmışlar yeniden demek,  1917’nin nasıl Türk Tarihi’ne bakan yönüyle bir tür can simidi olduğunu anlayamamaktır. Çünkü bu birlikleri bir kez daha bozulmuş, Rusya aradan çekilmiştir. Emperyalizme karşıdır artık zihinsel devrimiyle ve hatta Milli Mücadele’ye yardım etmek istemiştir. Ardından da işte doğu cephesinin rahatlamasıyla Batı’ya karşı milli bir mücadele başlayabilmiştir. (1919) Tabi bu sırada 1918’de Mondros’la bütün limanları tersaneleri, demiryollarını, madenlerini Batı’ya teslim ettiğimizi, Sevr ile azınlıkların –mesela Büyük Ermenistan- bizden toprak alması ve Türkleri sadece İç Anadolu’ya hapsederek orada da ilerleyen dönemlerde belki bir kaşık suda boğuvermek istediklerini hatırlatmama gerek yok sanırım. Şimdi, o dönem için yukarıda söylediklerimi baz alarak, hatta Ayastefanos’a öfkelenerek (ki tarihin en ağır anlaşmalarından biridir ve Sevr’in temelidir) Abdulhamid Han’a bir ona gitmiş bir buna, şunun adamı bunun adamı denilebilir mi? Hayır. Devrin zemherisi göz önünde tutularak, ağır şartları tek tek kavranarak dense dense kurt siyasetçi denir. Neticede önemli bir süre kazanmıştır. Ve bu süre olmasaydı bugün belki de Milli Mücadele’den söz edemeyecektik. Tarih müteselsil hadiseleri doğru okuyarak fakat illaki ilk hadiseyi de bilerek açıklanabilir. Tanzimat’ı iyi bilmeden (hatta Lale Devri’ni bilmeden) 1876 iflasını, Mustafa Reşit Paşa’nın yaklaşımıyla -belki de- Ayastefanos’un aşıldığını bilemezsiniz. Ayastefanos’a itiraz eden başta İngiliz’di çünkü. Zemini hazırlayan ise Mustafa Reşit Paşa. Ha, isterse bunu manda zihniyetiyle yapmış olsun (yaptı demiyorum, niyet okunmaz tarihte, somut verilere bakılır) fakat reel/politik doneler bize bu müteselsil hadiselerin başında Mustafa Reşit olmasaydı, Ayastefanos’la Osmanlı’nın Rus hakimiyetine gireceğini gösteriyor. Niyetine gelince, öyle olmadığını bize somut sonuçlar gösteriyor. Neticede Osmanlı en zayıf olduğu dönemlerde bile manda altına girmediği gibi, Türkiye Cumhuriyeti de bu niyetle kurulmamış, hatta bunu şiddetle reddetmiştir. Demek ki dönemde çok usta diplomatik manevralarla, çok usta –bana göre hatta dahi- siyasi adamların seni yemek için azmetmiş dönemin devlerine karşı hamleleriyle çeşitli politikalar geliştirilmiş ve –bana göre- bunda da başarılı değil, çok başarılı olunmuştur.

 Peki, o büyük lafı edeyim, o büyük iddiamı dile getireyim artık. İngiliz Türk tarafından usta siyasetçiler ve siyasetle kandırılmıştır. Osmanlı’nın bilhassa son yüzyılında dost görünümlü fakat son derece soğukkanlı, zeki politikalarla yıkılmasına azmeden kadim İngiliz siyaseti tıpkı Kut’ül Amare, Çanakkale’de fiilen olduğu gibi masada da kaybetmiştir. İngiliz Baltalimanı’nda kaybetmiştir(!) (yok artık diyecekler olacaktır, haklılardır da, fakat bundan sonra Türkiye’de limanlar, demiryolları bizzat İngiliz’in ve sair Batılı devletlerinin sermayesi ve çabasıyla yapılmış, Kırım Harbi’nde Batı’daki bütün yenilikler –telgraf, telefon, tıbbi yenilikler vs.- ülkeye girmiş, hem de bizzat Batı’nın çabalarıyla, ordu teçhizat bakımından yenilenmiş, Batı’nın taktikleri öğrenilmiştir. Kuşkusuz özelde İngiliz genelde Batı bunları kendine bir sömürge kurmak amacıyla yapmış, bu kadar cömert davranmıştır. Fakat somut sonuç ne Osmanlı’nın ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin İngiliz’i bu amacına ulaştırmaması olmuştur. İngiliz Sevr’de de kaybetmiştir. İngiliz (genel manada Batı) Lozan’da kaybetmiştir. Netice itibariyle İngiliz cephede olduğu gibi –ve fakat sadece Türkiye’ye karşı- masada da kaybetmiştir. Fakat İngilizler son derece soğukkanlı ve hemen herhangi bir şoku üstünden atlatıp mevcut duruma ayak uydurmalarıyla tanınan zeki adamlardır. İşte bunun neticesi olarak sabırla Mustafa Kemal’in ölmesini beklemişler ve son büyük kazıklarını “İsrail” ile atmışlardır. İşte İngiliz’in kaybettiği her şeyin misillemesi İsrail’dir. Hem Yahudilerin dostluğunu kazanarak onları başından (ve Batı’nın başından) savmış, hem de İslam Alemi’nin tam ortasına tüm zamanlara ayarlı bir saatli bombayı bırakmıştır. Mesaj açıktır; ben kaybetmem. Sabırla beklerim. Ve sonunda kazanırım.

Filistin’in temellerini Osmanlı’ya karşı Şerif Hüseyin’le atan da odur, İsrail’i kuran da. Hem nalına hem mıhına politikası İngiliz’in kadim siyasetlerinden diğeridir. Hatta Filistin’in mevcut bayrağını bile tasarlayan bir İngiliz’dir. (Günümüzde kullanılan Filistin bayrağı, İngiliz diplomat Sir Mark Sykes tarafından I. Dünya Savaşında Araplık şuurunu uyandırmak amacıyla tasarlanmıştır. Arapların Osmalı’ya isyanları (1916)’nın sembolü bu bayraktır.)  Şimdi Müslüman topluluklar bu bayrakla, mitingler düzenliyor, İsrail, ABD ve İngiltere’ye karşı tekbirlerle intifada çağrılarında bulunuyor. Ne kadar tezat bir durum değil mi? Sanırım bu bayraklarla yapılan bu çağrılara İngilizler en fazla gülüyorlardır. Daha da fazla dikkate alacaklarını sanmam.

Öyleyse, tarihin ve meselelerin köklerine inmekte yarar yok mu? Bugün bizdeki bazı ayrılıkçı unsurlar, bu bayrağa hürmet ettiğiniz gibi bizim bayrağımıza da(!) hürmet edeceksiniz diyorlar. Hangi bayrak sorusu sorulmalı değil mi? İngiliz’in tasarladığı bayrak mı? Seninkini kim tasarladı? İsrail mi? Diye sorulması gerekli değil mi? En tehlikelisi de bu cehalet sonucu kendilerini Filistinlilerle özdeşleştiren bu bazı unsurların onları desteklediğiniz gibi bizi de destekleyin deme tehlikesi değil mi? Çünkü bilmiyor. Osmanlı’ya karşı İngilizler tarafından kışkırtılan Filistinlilerin bu saatli bombanın İslam Alemi’nin ortasına bırakılmasına zemin hazırladığını bilmiyor. İkinci bir saatli bombanın (Arz-ı Mev’ud) bırakılmasına hizmet ettiğini bilmiyor. Öyleyse, ilkin burayı kavramak gerekiyor. O, İngiliz tarafından tasarlanan bayrak yanlıştı ve maalesef özelde Araplar genelde İslam Alemi oyuna geldi.

Özetle, başa dönersek, biz “Kudüs” derken, elbette İsrail terörü karşısında inim inim inleyen tüm mazlumların (dedelerinin hatalarını çekmek zorunda değiller) haklarını savunurken, kendi himaye hakkımızı da savunuyoruz. Bu himayenin fiili de olabilmesi için Filistin Halkı derhal o İngiliz tasarımı, subliminal mesajları hala barındıran –çünkü İngiliz’e dolaylı bağlılık sembolüdür- bayrağı terk etmeli, ya Türk Bayrağı’nı resmileştirip kendi bayrağı yapmalı ya da Türkiye ile birlikte yeni ve ay yıldızı içinde barındıran bir bayrağın tasarımıyla Türkiye’nin himayesini talep etmelidir.

Müslüman Türk Milleti tarihi arka planını hiç göz ardı etmeksizin tüm  insanlığın selameti ve barış için “Kudüs” demeye elbette devam edecektir. Bu ayrı. Fakat sesin daha gür çıkması, samimiyetin zuhur etmesi ve Müslüman Aleminin artık gerçekten bilinçlendiğinin gösterilmesi bakımından bu bayrak konusu derhal ön sıraya alınmalıdır. Kudüs ve Filistin için her gün onlarca maddeden oluşan çözüm reçeteleri sunuluyor. Bence ilk sıraya bu konulmalıdır.

Ne demiştik yukarıda, İngiliz cevabı 1948’de İsrail’i kurdurarak verdi. Ben hiç kaybetmem dedi. İngiliz tasarımı Filistin Bayrağı’yla “hayır, sen kazanmadın” diye buna itiraz etmek zor olsa gerek. Öyleyse bu bayrağın değişmesi, en büyük cevaplardan biri olmaz mı?