İnsan seli - Bayrak denizi 15 Temmuz olayları tanık gözü ile

ELÖVSET AĞALAROV

İSTANBUL

 

İstanbul’u zaten seviyordum. Gerçek Türk şehri gibi! Türkün azametli kalesi gibi... Gerçekten de, İstanbul yabancılar tarafından kurulsa da, mahiyet bakımından Türk şehridir! Bu şehirde kuşlar da tatlı Türk şivesiyle şarkı söylüyorlar, her taraftan çevrildiği denizlerin hafif dalgaları bile Türk dilinde fısıldıyorlar. Belki de şanslı dedelerimiz bundan dolayı bu güzel şehri Bizans’ın pençesinden kurtarıp gerçek sahibine geri vermişler? Nerden biliriz? Dünyanın gözü zaman-zaman bu şehirde olmuş. İstanbul’u Türkün elinden almak için kimler uykusuz geceler, yorgun gündüzler geçirmemiş! Hatta deli Pyotr da vasiyete benzer bir sersem yazı da bırakmış. İstanbul bu gün de işgalci, yabancı militarist güçlerin uykusuna haram katmaktadır. Onun için, sağdan da, soldan da, hatta içeriden bile olan güçler bu şehirden, bu şehrin koynuna aldığı tüm Türkiye’den vaz geçmek istememektedirler! İstanbul’u hazmedemiyorlar!..

İstanbul’u, aynı zamanda onun hazin tarihini edebi dilde kaleme alan Samiha Ayverdi’nin “İstanbul geceleri” kitabından sevmiştim, Azerbaycan’dan Türkiye’ye pencere açan Memmed Aslanın “Erzurum’un gediğine varanda” kitabıyla sevmiştim... Ama bu gece – bu dehşetli ve müthiş gecede bu sırlı şehri tamamen başka açıdan sevmeğe başladım. “Bu gece” onun için dedim ki, hala da o kanlı İstanbul gecesi aklımda – hafızamda aynen bu şekilde de kalmıştır: Bu gece! Yıllar geçecek, yine de o tarihi geceyi hatırlayanda “bu gece” söyleyeceğim. “Bu gece” İstanbul’u aynı zamanda tüm insanlarıyla birlikte sevdim. Hatta normal zamanlarda restoranlarda, mağazalarda, taksilerde, hastanelerde bir lira için pazarlık yapan, bazen seni kandırmağa çalışan tüccarların cılız davranışlarını dikkate almayarak, onların hepsini bu şehrin kucağında olduğu için, onu savunduğu için daha da güçlü sevgiyle sevdim. Çünkü herkes bu gece bir idi, birlikte idi, ayakta idi, ölümle yüz-yüze idi...

Akşam saatlerinde otelde televizyonun ekranında “Genel kurmay başkanını rehin almışlar” yazısı geçince ürperdim: Belki de PKK’nın işidir, – düşünüp sarsıldım. Derhal komşu odada – Hacı’nın odasına geçip neler oluyor, bir bilginvar mı diye sordum? Omuzlarını çekip “bilmiyorum”, – dedi. Dışarı çıktım. Arkadaşım Mehmet beye – sözde “ermeni soykırımını” arşiv belgeleriyle, gerçeklerle, kanıtlarla ifşa eden araştırmacı, ilim adamı Mehmet Perinçek’i aradım. Dedi ülkede “darbe” tehlikesi var, babam şu anda televizyon aracılığı ile halka sesleniyor. Odama döndüm ve televizyonda muhalefet parti başkanı Doğu beyin konuşmasını izledim. Hiç bir şey anlamıyordum– içimden bir sızıltı geçti: belki bunlar da darbe yapanlara destek veriyorlar! Muhalefet partisindendirler sonunda! Tekrar Mehmet’i aradım. “Baban kimin tarafından konuşuyor, halkı sokaklara sesliyor? Babam da, biz de devleti destekliyoruz, askeri darbeyi yöneten Fetullahçılara karşı hâkimiyetle, halkla bir yerdeyiz!” Gerçekten de, gurur duyulacak adım idi! Sen hiç bir şeye – aradaki iktidar - muhalefet küskünlüğüne rağmen zor günde devletinin yanındasın! Belki de hemen gece Türkiye’ni felaketten sırf bu birlik – Milli Birlik kurtardı. CHP’de, MHP’de, AKP’de, Vatan partisi da bir yumruk gibi birleşip okyanusun o tarafından, sağdan, soldan, hatta içeriden olan tehlikeyi püskürtmeğe hazır idiler! Diğer kanallardan Başbakan Binali Yıldırım’ın sesi aydın semadaki yıldırımın gürültülü sesi gibi geliyordu: “Ya kimselerin kölesi gibi sürünmeliyiz, ya da ayağa kalkıp halkımızı, Türkiye’mizi kurtarmalıyız!” Başbakan’ının kararlılığına, cesaretine hayran kalmamak mümkün değildi. O anda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan daha televizyon aracılığı ile halka müracaat edememişti. Gerçek lider, karizmatik Başbakan saygıdeğer Binali bey demir mantığı, akıllı gidişi ile halkı bir araya toplaya bildi, gösterdi ki, Türkiye güçlü Erdoğan’dan ibaret değilmiş, onun laik devamcısı, sadık arkadaşı, tehlikeli durumda düzgün karar kabul etmeğe kadir Başbakanı da var! O zaman anladım ki, Saygıdeğer Erdoğan’ın Başbakanlık seçimi çok uğurlu seçim imiş. Yüzmesini bilemeyen insan denizde boğulmak tehlikesi yaklaştığında vaziyetten panikleyip el-kol atmakla değil, aklını kullanıp kurtulmağı başarmalıdır. Paniğe kapıldıysan, bitmişsin!

O gece halkı, devlet memurlarını paniğe kapılmadan boğulmaktan kurtaran ilk kişi Binali bey oldu. Ve kanıtladı ki, büyük Türkiye devletini kudretiyle koruya bilen cumhurbaşkanı Erdoğan yalnız değildi! Çünkü Binali Yıldırım halkını, devletini tüm varlığıyla seven bir kişidir. O bunu davranışıyla kanıtladı. Milletin için, ülken için candan yanmıyor sansa, tüm çabaların fayda vermez. Sahte vatansever, sahte milliyetçileri çok görmüşüz. Böyle sahte milliyetçilerin arkasında korkunç kötülük saklanıyor. Dalkavukluk da onun gibi: dalkavukluk yapan kişinin arkasında karanlık cinayet durur. Saygıdeğer Binali Yıldırım kararlılığı, aklı, cesaretli adımlarıyla kanıtladı ki, o gerçek milliyetçi, karizmatik lider, erkek gibi hizmet eden büyük devlet adamıdır! Hemen o anda Binali Bey kendini kaybetmeden, hiç kimseden talimat - filan almağı beklemeden aniden kesin ve doğru karar verdi. Bu anda Türkün büyük şairi Bahtiyar Vahabzade’nin eski zamanda okuduğum bir şiirinden yararlanmak istiyorum:

Gece gider, gündüz gider tayyareler,

Maksadına dümdüz gider tayyareler...

İçeriden alışmasa, bu süratle,

Bu cüretle gide bilmez tayyareler!

...Artık Cumhurbaşkanıyla muhabirler konuşma sağladıktan sonra, saygıdeğer Erdoğan’ın her zamanki gibi kararlı, akıllı konuşmasını halk sokaklarda duyabiliyordu. Camilerden, mikrofonlardan halka sesleniyordular, millet sokaklara, meydanlara akın akın gidiyordu. Türkiye o gece dev çınar ağacına benziyordu: o çınara ki köküne, gövdesine, hatta dallarına bile girmiş kemirici böceklerle mücadele etmek zorundaydı. Ya mahıv olmalı –bütün varlığıyla yerle bir olmalı, ya da kendinde güç toplayıp silkinmeli, vücuduna taraşmış bu kemiricileri ayağının altına alıp ezmeliydi! Bu kemiriciler her tarafa yayılmıştı: harbiye de, Cumhurbaşkanlığı’na da, Başbakanlığa da, hukuk-muhafıza sistemine de, camilere de! Şimdi bunları zararsızlaştırmak için halkın birliği, devlet-millet vahdeti vaciptir, buna da o gece nail olundu. İstanbul’da, olayların tam ortasında olduğum üçün emin olarak söyleye bilirim ki, halkın gücü, birliyi, kararlılığı olmasaydı yüz cumhurbaşkanı, Başbakanı, generali olsaydı bile, İstanbul kan denizine dönecekti!Daha dev Türkiye’ni söylemiyorum! Zaten hava da, toprak da, deniz de kan kokuyordu. Vazife hırsıyla alışıp yanan generaller, diğer subaylar, sahte din adamları – fətullahçılar, ellerinde ölüm saçan silahları olan kandırılmış askerler kana aşermişlerdi! Fətullah adlı sahte dindar bir ihtiyar bütün gücünü, sonsuz sermayesini türkün düşmanlarını seferber etmişti. Ben hiç bir zaman bu adamı kabul etmemişimdir, özellikle de birkaç seneler önce bir programda beddualarını gördükten sonra tamamıyla ona nefret etmiştim. Allah’ın adından konuşasın, Müslümancılıktan açıklamalar yapasın, ama herkes tarafından lanetlenmiş dul kadın gibi beddua yağdırasın! Peygamberden alıntılar söyleyesin, ama gerçek peygamberini tanımayasın! Hatta farz edelim ki, sana kötülük yapmışlar, yine de sen din adamı olarak bu kötülüğe iyilikle cevap vermelisin! Peygamberimizden ibretamiz bir örnek: Hazreti Ebu Bekir anlatıyor ki, bir gün peygamberle sokaktan geçerken müşrikleri onu taşa basıyorlar. Peygamber havlusunu çıkarıp kanını siliyor ve kendi kendine diyormuş: Allah’ım, sen bunları cahilliklerine bağışla. Dayanamadım: Ya Muhammed, bunlar senin kanını dökmüş, sen de bunlara dua ediyorsun. Yavaşça dedi ki, Ebu Bekir, bunlar nadandırlar, cahildirler, Allahtan bunlara akıl diliyorum ki, nadanlıktan, cahillikten uzak olsunlar... Şimdi inanmıyorum ki, dini bilgisi olan Fetullah adlı cahil bunu okumamış olsun. Sadece, mezhep yanlısı olan, zengin olmak hırslı bir ayağı mezarda olan ihtiyarı doğru yoldan çıkarmıştır. Belki de ilk baştan bile doğru yolda olmamıştır bu ihtiyar, nerden biliriz!

Barbaros bulvarından dönüp de sahil yoluna çıkarken önde gidiyordum. Elimde Türk bayrağı, yeni tanıştığımız insanlarla önde sloganlar söyleyerekten ilerliyorduk: Azerbaycan sizinledir! Bakı sizin yanınızdadır! Yaşasın Türkiye! Def olsun isyancılar! V.s. Tam o sırada aniden sol taraftan gelen askeri zırhlı arabanın üzerimize yürüdüğünü gördüm. Bir addım da öne atmışım ki, ayağımdan vurup sağ koluma dokunup beni kaldırıma attı. Sol omuzumun üstüne düştüm ve ani olarak zannettim ki, artık ölmek üzereyim. Çevremdeki insanlar arabanı durdurdular ve beni ayağa kaldırdılar. Sağ kolum kanlar içindeydi. Ağrı gittikçe artıyordu. Buna aldırmadan, ileri gitmeye, Boğaziçi köprüsünde yardım etmek için acele ediyordum. Teessüf ki, çok gidemedim ve çevremdeki yeni tanıştığım kardeşlerim beni bir arabaya bindirip hastaneye götürmesini rica ettiler. Sokaklar, meydanlar insan seline dönmüştü, hareket etmek olmuyordu, mümkün değildi. Gözümün önünde insan seli, bayrak denizi çalkalanıyordu. Zar zor özel bir hastaneye geldik. İçeri girerken nöbetçiden başka kimseni göremedik. Nöbetçi söyledi ki, herkes meydana gitmiş. Küçük sargı bezi bulup kolumun yarasını sardı ve zulümle otele döndüm. Hacı beni gördüğünde hem seviniyordu, hem de yaralandığıma, teessüf etti. Rahatsız olma, bu bizim kısmetimizdir diye söyledim! Orada Karabağ’ımız işgalde, burada umut yerimiz Türkiye’miz darda! Sonraki günler doktora gittiğimde sağ kolumda çat, sol omuzumda burkulma, gerilme olduğunu söylediler ve ciddi yara almadığım için hatta mutlu oldular... “Medikal Park” da Oğuz Özcan ve Tamer Yazıcı şefkat ve dikkat göstererek yardımlarını esirgemediler. Sonraki gün akşam Cumhurbaşkanlığından arkadaşlarım ve Türkiye Sağlık Bakanının yardımcısı Muhammed Bey beni aradı ve ne yardım gerekiyorsa, yapmağa hazır olduklarını söylediler. Teşekkür edip söyledim ki, aklınız bende kalmasın, ağır yaralılarla ilgilenmeğe zaman ayırmalarını rica ettim. Hatta benden evraklarımı isteyip Darbe Gazisi ismini vermeği teklif ettiler. Nazikçe imtina ettim. Karabağ Gazisi, Karabağ şehidi arzu ettiğimi söyledim…. Ama ben o gece şehit olanların, ağır yaralıların olduğunu bildiğim için kendimin sağ kaldığıma zerre kadar da mutlu olmadım. Bir şeye sevindim ki, millet ayaklanıp devletini, Türk gururunu yiğitler gibi korudu! Düşmanlara sevinmek için azıcık da olsa, şans vermedi. Dünya gördü ki, türkle güç dilinde konuşmak ve onu mağlup etmek hiç kimseye nasip olmayacaktır!

Şimdi o dehşet dolu geceden hayli zaman geçmiş. Oturup soğuk başla düşünürken tarihin derslerinden netice çıkarmalı oluyorsun: nasıl olmuş da, bu büyüklükte devletin strateji kurumlarını saran kemirici böcekleri gören olmamış, duyan olmamıştır?! Peki neden bu kadar derinlere işlemiş yaranı zamanında kazıyıp atmamışlar?! Sorular, sorular... Mantıklısı daha çokmuş. Şimdi başlamışlar. Şu büyüklükte sarsıntı, o kadar şehit, yaralı... Zararın yarısından da dönmek hayırdır, buna da şükür! Ama azıcık da olsa gözde kulakta olmak lazım, uyanıklığı kayıp etmemeliyiz, rahatlamak olmaz!

Bir de bildirmek istiyorum ki, bizim ülkede de, FETÖ’çular “avı” başlamıştır. Tabi ki, araştırılmalı, yüze çıkarılmalı, olaylar, insanlar hukuktan kenarda kalmamalılar. Kimin günahı varsa, hukuk bakımından layık olduğu cezasını almalıdır. Ama bazen basında, sosyal sayfalarda, dışarıda arkadaşlarla sohbetlerde kim kimden hoşlanmıyorsa, zorla-güçle bir yalan uydurmak istiyorlar. Tehlike bundadır. Erdoğan demiş, bazen at izi it izine karışır. Tabi ki, Fetullah Gülen’in Azerbaycan’da zamanında kurduğu eğitim kurumları, lise, hatta “Qafqaz” adlı üniversitesi de olmuştur. Burada yüksek bilgiye sahip olan mezun, öğrenci eğitim almış, şimdi ülkemizin birçok kurumlarında, şirketlerinde çalışıyorlar. Bu yüksek düzeyli uzmanları Fethullahın eğitim kurumlarında eğitim almışlar diye onları dışlamak, Fetoçu damgası vurmak insafsızlık olur, adil olmaz. Önceden de bildirmek isterim ki, hiçbir yakın akrabam ,arkadaşım bu zümreye dahil değiller. Sadece, okula adım atarken 6-7 yaşı olan çocuklar nerden bilirdiler ki, onların eğitim aldıkları kurumlar Fetullah’a aittir. Diyelim ki Fetullaha ait olduğunu biliyorlardı zamanlar Fetullah oyununu daha yorganın altında kontrol ediyordu. Hatta yakın tarihte ömrünün demek olur ki, tüm şuurlu devrini eğitimimizin, ilmimizin gelişimine adamış deneyimli pedagog, âlim, uzun iller Azerbaycan’ın Eğitim Bakanı olmuş Misir Merdnovu da az daha FETÖ-çu damgası vurmaya çalışan bazı yazılara rastladım. Misir muallimin faaliyeti devletin, devlet kurumlarının gözü önünde devam etmiştir. Nasıl olur da, milli istihbarat kurumu ve kefil duran kurumlar bu şebekenin oyunlarından haberleri olmamış, Eğitim bakanlığının bundan haberi yok muydu? Böyle bir fırsat düşmüşken birinin diğerini sevmediği bir hali kullanıp bühtan atmak yerine gerçek Feto’çuları yüze çıkarmak lazım. Ve bu prosedür daha çok Türkiye devletinde şeffaf, delil-sübutlarla aparılmalıdır. Türkiye’de olduğum zaman beni üzen bir konuyu dile getirdim.: O gece ve ondan sonra aparılan temizleme operasyonunda suçu olan insanların hatta , evlatlarının daha az zarar görmemelerini devlet kurumları temin etmeliler. Küçük çocuğun öğrencinin ne suçu var ki, okullarda onlara “hain evladı, düşman çocuğu” damgası vuruluyor ve bu zavallı evlatlar atalarının günahının kurbanına çevrilirler?! Ben onlara söylüyordum ki, biz artık bu zavallı olayları Sovyetler döneminde geçen asrin 20–30.cu yıllarında yaşamışız ve bunun acı sonucunu uzun yıllar tatmışız . Doğrudur, bu prosedür bir az zayıflamış, ama bazı kurumlarda daha mevcuttur.

Kardeş ülkemizin problemleri, ağrı-acıları bizim için de ağrılı olduğundan bu rahatsızlığımı kaleme almaya bilmezdim. Her bir halde Türkiye büyük bir imtihandan uğurla çıktı ve bu bizleri de mutlu etti. Çünkü uzun yıllardır, bizim ülkemizi Türkiye’den başka hiç bir devlet karalı şekilde, devamlı olarak savunmamıştır. Türkiye’den büyük kardeşimiz yoktur! Bazen bizim sosyal medyalarda, sayıtlarda da Türkiye’de baş veren o dehşetli geceyle ilgili gerçeklere uymayan yazılar yazılıyor. Böyle durumlardan uzak olmalıyız, Türkiye’ni duymak, sevmek üçün gerçek Türk sevdalısı olmalısın, “Bir millet–iki devlet” sloganını sözde değil, gözde göstermelisin. Ve tüm Türk dünyası, Türk adı taşıyan her kes Türkiye Cumhuriyetini öz devleti gibi sevmeli, savunmalı ve basit seslense de, bu mısraları her zaman tekrar etmelidir:

Çatlayırdı düşmenleri

  • Görüb Türkün birliğini!

 

*

Eski Millətvəkili, Azərbaycan Dövlət Yayınevinin Baş redaktoru, emekdar gazeteci