Ne demiş Âşık Veysel… !
”Seversen kavuşursan vuslat olur
Seversen kavuşamazsan aşk olur…”
Nice aşklar vardır efsane olmuş… Yüzyıllar yılı dillerde dolaşan hikâyeleriyle nam salmıştır YÜREKLERİMİZE.
Aslında bir Arap efsanesidir her biri. Dillere destan olmuş… Anlattıkça susulmayan, dinledikçe doyulmayan bir efsane. İçimizi bir kere daha ısıtsın istedim. Dağlara bakıp, aşkın gücünü, Kavuşurken kavuşamamayı, Çöllerde dolaşıp, aşkın gücünü hissedelim istedim.
Ne dersiniz? İşte o meşhur olan ” Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun” efsanesinden kısa bir özet geçmeye.
Ferhat ile Şirin: Efsaneye göre Ferhat, Persler döneminde yaşamış ünlü bir nakkaştır. Sultan Mehmene Banu’nun kız kardeşi Şirin için yaptırdığı köşkün süslemelerini yaparken Şirin’i görür ve birbirlerine sevdalanırlar. Ferhat, Sultan’a haber salarak Şirin’i istetir. Sultan, kız kardeşini vermek istemez. Ferhat’ı oyalamak için Elma Dağı’nı delip şehre su getirmesini şart koşar. Ferhat, sevdanın verdiği aşkla dağları delmeye başlar.
Mehmene Banu, dağı delip suyun akacağı kanalı tamamlamak üzere olan Ferhat’ın yanına yaşlı dadısını göndererek, Şirin’in öldüğü haberini ulaştırır.
Ferhat, bu acı haber üzerine, elinde tuttuğu külüngü havaya atar, düşen külünk Ferhat’ın başına isabet eder ver Ferhat orada ölür. Ferhat’ın acı haberini alan Şirin korku ve heyecanla olayın geçtiği kayalığa gelir. Ferhat’ın öldüğünü görünce bu acıya dayanamaz ve kayalıklardan aşağı yuvarlanarak, orada can verir. Her iki sevgiliyi, can verdikleri kayalıklarda yan yana gömerler.
Derler ki, her bahar iki mezar üzerinde iki gül bitermiş. Tam birbirlerine kavuşmak üzereyken, mezarların ortasında bir karaçalı peyda olur, iki gülün kavuşmalarını engellermiş.
Kerem ile Aslı: Anonim bir halk hikâyesidir. XII. Yüzyılda teşekkül ettiği söylenir. Kerem ile Asli hikâyesi anonim halk hikâyelerimizin karakteristik özelliklerini taşır. Kerem, Isfahan şahının oğludur. Şahın hazinedarlığını yapan Ermeni Keşiş’in kızı Aslı’yı sever. Şah, Keşiş’ten kızı oğluna ister. Keşiş, Müslüman’a kız vermek istemezse de, şahın dileğini açıkça reddedemediği için bir mühlet diler, mühlet sona ermeden karısını ve kızını alıp memleketten gizlice kaçar. Bunun üzerine Kerem de, Aslı’nın peşinden yollara düşer. Kuzeybatı İran’ın, Kafkasya’nın ve Doğu, Orta ve Güneydoğu Anadolu’nun birçok şehir, dağ ve yaylalarını böylece dolaşır. Yanında sadık arkadaşı Sofu vardır. Elinde sazıyla, diyar diyar dolaşan bir âşık olmuştur. Her gittiği yerde rastladığı kimselere, dağlara, taşlara, ırmaklara, dağlardaki hayvanlara saz çalar, onlardan Aslı’nın izini sorar. Yıllarca süren bu gurbet ateşinde pişe pişe olgunlaşır, keramet sahibi bir “halk âşığı” olur. Allah onun her dileğini yerine getirir, önüne çıkan engeller kalkar, dağların karı, dumanı gider, ırmaklar geçit verir, beddua ettiği kimseler ya da nesneler harap olur. Yıllarca kovaladıktan sonra Kayseri’de onlara yetişir. İlkin kızdan yüz bulamaz. Kendi sevgisinin üçte birini olsun Aslı’ya vermesini Allah’dan diler; duası kabul olunur, Aslı da Kerem’e âşık olur. Bir gece gizlice kaçmak isterlerse de buluşamazlar. Keşiş’in ahbabı olan Kayseri Beyi’nin adamları Kerem ‘i tutarlar; Kerem “Hak aşığı” olduğunu ispat edince, Bey, Keşiş’e kızı Kerem’e vermesini emreder. Keşiş, Kayseri’den kaçar, Kerem yine peşlerine düşer. Nihayet, Halep’te onlara erişir. Halep Paşası’na kendini sevdirir. Paşa Keşiş’i zorlayarak, kızı Kerem’e vermeye razı eder. İki sevgilinin nikâhları kıyılır. Kızını Kerem’e yâr etmemeğe ahdetmiş olan Keşiş; Aslı’ya, son düğmesine kadar çözüldükten sonra tekrar kendiliğinden iliklenen sihirli bir gömlek giydirir. Kerem, Aslı’nın düğmelerini bir türlü çözemez, ateşli bir ah çeker, yanıp kül olur. Aslı dağılan külleri saçıyla toplarken bir kıvılcım da onu tutuşturur. Böylece, iki sevgilinin ancak külleri birbirine kavuşur.
Son olarak;
Leyla ile Mecnun: Mecnun, bir kabile reisinin duâlar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır.
Bu iki genç birbirlerine âşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leyla'nın annesi öğrenir. Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez.
Kays okulda Leyla' yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar.
Mecnun' un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla'yı isterse de Mecnun (deli, çılgın) oldu diye Leyla' yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun' u çölde bulur. Hâlbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ' yı tanımaz.
Babası Mecnûn' u iyileşmesi için Kâbe' ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Teâlâ’ya duâ eder:
"Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni."
Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar. Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıstırabı içindedir.
Bir zaman sonra ailesi, Leylâ' yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir. Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm' ı vuslatından uzak tutmayı başarır.
Mecnûn, çölde, Leylâ' nın evlendiğini arkadaşı Zeyd' den işitince çok üzülür. Leylâ' ya acı bir sitem mektubu gönderir. Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn' a anlatır. Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder.
Bir müddet sonra Mecnûn' un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner. Birçok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnûn' u çölde aramaya başlar. Fakat Mecnûn, dünyadan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leyla’nın maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn' u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz. Leylâ onun erdiğini anlasa da yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer. Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ' nın ölüm haberini öğrenir. Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler;
"Ya Rab manâ cism ü cân gerekmez
Cânânsuz cihân gerekmez."
Der, kabri kucaklayarak ölür. Bir müddet sonra Mecnûn' un sâdık arkadaşı Zeyd rüyasında, Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür. Bunlar kimdir? Diye sorunca, derler ki:
"Bunlar Mecnûn ile onun vefalı sevgilisi Leyla’dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular."
Evet… Sevgili okurlar Böylesi efsanevi aşklar tarihte kaldı diyorsanız çok haklısınız. Bu efsanelerden öğrendiğim bir şey varsa aşk namına, o da artık böylesi aşkların olmadığıdır. AŞK her zaman emek ister. Emek olmadan, zahmet çekilmeden aşkın adı aşk olmaz. Aşk topraktır, ekersen tohumu sevgi olur. Sularsan büyük bir öz veriyle meyvesini verir, lezzet olur. İlgilenmez, çabalamazsan bir gün kurur yok olur.
Günümüz evliliklerinin pop müziği tadında olup yaza kadar sürdüğü göz önüne alındığında ortaya çıkan sonuçtan artık aşk ve sevginin emekten ziyade menfaat-çıkar ilişkili bir denklem üzerine olduğu gözlerden kaçmaz. Bu kanaatimin nasıl oluştuğu aslında boşanma istatistiklerine bakarak saptamak mümkün. Şıp sevdi tabiriyle özellikle de gençler arasında yaygın olan bu durum, eşlerin birbirini iyi tanımaması, kültürel farklılıklar, maddiyat gibi kavramları örnek gösterebiliriz. Diğer tarafta hayatını teminat altına almaya çalışan mantık evliliği yapan insanların işte o efsanevi aşk diye başlayıp saman alevi gibi sönen aşkları hangi denklem üzerine oturttuklarını görmek için boşanmalarda istenen tazminat miktarlarına bakmak kâfidir.
Daha önce Avaztürk’ün de dile getirdiği, manşetine taşıdığı süresiz nafaka ile ilgili söyleşisini okumadıysanız okumanızı tavsiye ederek bu konunun Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından da yeni düzenlemeye gidileceği, haksızlığa uğrayan taraflar için artık nafaka ödeme sisteminin adil hale getirileceği söyleniyor. Bu düzenlemenin özellikle evliliği bir ticarethane gibi gören kesimlerin önünü alacağı kanaatindeyim.
Değerli okurlar, yazımın en başımda anlattığım destansı aşklarla, yazımın sonlarına doğru anlattığım evlilik üzerine fikirlerimi de sizlere arz ettikten sonra;
Şimdi gelelim asıl mevzuya!
Birkaç gündür sosyal medyada yer alan ve gündeme bomba gibi düşen gereksiz, bir o kadar da görgüsüz, haber değeri abartılan, hatta gülerek söylüyorum meclis gündemine bile düşerek MHP Kahramanmaraş milletvekili Sefer Aycan’nın da bu rahatsızlığı dile getirdiği medyatik kişilerin boşanmalarına yönelik basında çıkan haberlerin, günlük diziler gibi gösterilmesini, ballandırıla ballandırıla anlatılmasını, bunun topluma kötü bir örnek olarak yansımasını dile getirmesi isabet oldu.
Belki diyeceksiniz ki ‘’öyleyse siz niye kaleme aldınız’’? Hani bir söz var öncelikle onu hatırlatayım “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar” diye. Anlamı herkesçe malum olan bu atasözü biz orta halli ekmeğini yorularak, çalışarak dişinden, tırnağından artırarak kazanan insanların değil çenesini gözünü de yorar.
Her gün yüzlerce kişi boşanıyor ama kim biliyor ki? Sadece aileler, kolu komşu ha birde hâkim. Peki, bu kişi ünlü olursa ne oluyor tabi ki, medyada manşet manşet reklam oluyor. Elbet normal ama anormal olan günlerce bunun yazılıp çizilmesinin dışında toplumun her kesiminin temel ihtiyacı olan para gibi hassas konuların medyada sanki çekirdek parasıymış gibi aktarmasıdır.
Dünyanın her yerinde binlerce insan yiyecek ekmek bulamazken, açlıktan ölürken, ekonomik sıkıntı çekerken… Hiç yalansız söylüyorum 5 gündür sosyal medyada aynı teraneyi dinleyip duruyoruz. Acun ve Şeyma çiftinin aldığı nafakadan tutun da, kim nereye gitmiş ne yapmış nereliymiş kiminle fotoğrafı çıkmış, kolunda bacağında ne varmış, kaç nefes almış vermiş, bir dedikodu bir dedikodu bunlar konuşuluyor. Sanki memleket meselesi mübarek. Yeter yahu! Kal geldi. Anlaşamamışlar boşanmışlar NOKTA.
Sevgi emek ister
Yazıp çizmekse maksadınız olacaksa bir haber değeri, yazın hadi evlilikleri ömürlük olan çiftleri. Yaz! Hasan amcayı Ayşe teyzeyi. Yaz! Vatanı uğruna şehit düşmüş kundakta ki bebeğini görmeden giden Mehmet’i. Yaz! Vatanı uğruna uzuvlarından olmuş Gazi yiğitleri ve onların fedakâr cefakâr eşlerini. Yaz! Destansı aşka konu olan Kanuniyi-Hürrem’i. Asırlık aşkları taşı ki manşetine olsun haber değeri.
Affınıza sığınarak böyle bir yazıyı siz değerli okuyucularıma zül ettiğim için af diliyor, aşkın da sevdanın da bu kadar ucuz manşetlerle yazılıp çizilmesine bir tepki olarak yazıma bir aşk şiirimle son veriyorum.
BİLEMİYORUM
Sensiz bir gün daha geçti ömrümden,
Almış gidiyor beni anlamsız düşünceler,
İnce bir yağmur damlası gibi düşüyorsun birden aklıma,
Ama mutluluk yağmurundan mı, hüzün yağmurundan mı? Bilemiyorum.
Bilemiyorum sevgilim, ellerim ellerini tutar mı bir gün
Özlediğim, beklediğim güneş doğar mı şafaklardan,
Mutluluk yağmurları boşanırcasına yağar mı gönül bahçemize
Yoksa kara bulutlar mı çöker hayallerime... BİLEMİYORUM
Sağıma dönsem hayalin, soluma dönsem gözlerin alıyor beni.
Tarifsiz sancılarla kıvranıyorum sensizliği düşündükçe,
Kırlarda dolaşmak, dizlerinde uyumak hayaliyle söküyor şafaklar,
Umutlarım hep hayallerimde mi kalacak, yoksa gerçek mi olacak... Bilemiyorum.
Bilemiyorum sevgilim, ellerim ellerini tutar mı bir gün
Özlediğim, beklediğim güneş doğar mı şafaklardan,
Mutluluk yağmurları boşanırcasına yağar mı gönül bahçemize
Yoksa kara bulutlar mı çöker hayallerime... BİLEMİYORUM.