Mal cimrilerde, silah korkaklarda,
karar verme yetkisi zayıflarda
olursa işler bozulur.
Hz. Ebubekir
Bir çift kahve fincanın aşı tartışmalarının tam ortasında yer aldığı, enteresan günlerden geçiyoruz. Sadece günlük hayatımızı etkileyeceğiniz düşündüğümüz kararların alındığı, müzebzep günlerden. Bunca karışıklık belki de tarihin yeniden yazılması için yeni bir dilin keşfidir bilmiyoruz. Görmeye, sonsuzlukta anlamsızlığı aşikar olan, ömrümüz yeter mi bilmiyorum ama bir dostumun tabiri ile “Her şey hayata dair”.
Peki bir kahve fincanının günümüzün güncel olayları ile ne gibi bir bağlantısı olabilir. Çocukluğumuz; henüz zihnimizin kirlenmediği, iyinin ve güzelin tarif edilmediği, doğrunun dikte edilemediği zamanlardır. İşte bu yüzden de çocukluğumuz anavatanımızdır. Aslında doğuştan getiririz iyiyi ve doğruyu, güzeli ve çirkini. Çocukluğumda evimize misafir olan bir fincan takımı beni düşüncelere itti. Eğer işinizi yeterince iyi yaparsanız, üzerinize yüklenenden görevlerden çok daha fazlasısınızdır. Aynı, belgesellerde bahsedilen ve edebileştirilen, zarif bir fincan takımı gibi. Kahvenizi yudumlarken porselenin ardından fincanın içine sızan ışık huzmelerini ve arkadaki insan siluetlerini görebilirdiniz, ipek bir kumaşa dokunuyormuş gibi hissettiğiniz bir fincan takımı gibi. Modern çağın nobranlığından uzak, teknolojiye ayak uyduramamış nadide bir eser. Her şeyin makinelere teslim edildiği bir dünyada yıkanması için bulaşık makinesine yerleştirmeye kıyamadığınız bir fincan takımı elinizde. Büyük puntolarla “Made in CHINA” yazısı ise gözünüzün önünde.
Zarafetin yerini markaların aldığı dönemlerden geçiyoruz, adına da kurumsallık diyoruz. Bizim için kalitenin tanımı değişiyor. Ruh ile evrilen bir ürün olmaktan çıkıyor ve kalite, görünür bir yere yerleştirilmiş birkaç rakam ve birkaç harfe indirgeniyor. Ancak hal bu ki; bize kurumsallaş diyen zihniyetin, kullandığı her ürün bir “butik” ürün olma özelliği taşıyor ve bu zihniyet her zaman bir zanaat eseri olan ürünleri tercih ediyor. İncelikle işlenmiş kusurları olan kusurlarına kusursuzluk atfedilen benzersiz ürünler.
Tüm bu çağrışımlar sonunda Çin’in tarihe katkılarını düşünmeye başlıyorum. Günümüz dünyasının “Medeniyet” diye övündüğü bütün malzemenin temeli Çin’de mi atılmıştır, Hint’te mi, Yemen’de mi bilmem ama medeniyeti; birkaç harfe, rakama, ışıklı panolara, yüksek katlara, kalabalıklara taşıyan asıl ürünlerin kağıt ve matbaa olduğu kesin. Bu bağlamda Çin’nin tarihe katkısı yadsınamaz ancak kağıdı matbaayı bulan Çin iken bu malzemeler aracılığıyla yeniden tarih yazanın başkaları olduğu aşikar. Bu durumda yozlaşma nerede ve niye şekillenir acaba bir medeniyetin üzerinde?
Pusula ile Amerika’yı yani sözde yeni dünyayı keşfedenler, orada bir kültürün üstüne yamanmış başka bir kültür inşa etmediler mi? Barut, Sismograf, ipek, ve tüm bunları bana düşündüren ise desenleri özenle seçilmiş bir parça porselen. Hat, heykel, ve nice muazzam incelikli eserler.
Peki ne zamandan beri Çin Malı deyip hakir görür olduk bu medeniyeti. Çin ne zaman ve neden taklit etmek zorunda kaldı tüm bu medeni olmayan medeniyeti. Çin’i bu noktaya getirenin ne olduğundan çok bizi böyle düşünmeye itenin ne olduğunu merak ettim aniden. Ve bu düşünce beni aşı tartışmalarını getirdi. Tüm bu yaşanılanlar aslında Çin’in itibarının iadesi miydi? Hoyratlaşmamış mıydı medeniyet?
Mal cimri de değil miydi günümüzde, öyle ki neye sahip olursak olalım yetmiyordu, üstelik yokluğu görenlerimiz de bile. Bu yüzden ki sürekli sahip olmak gerekiyordu her şeyin “sözde” en iyisine. En iyisi neydi? İhtiyacımızı en ergonomik şekilde karşılayan mı, hiç kullanmayacağımız özellikleri üzerinde barındıran mı?
Silah korkakta değil miydi? Gerek er meydanında gerek sosyal ortamlarda? Bu yüzden değil miydi toplumun korku ile yönetilmesi. Bu yüzden değil miydi korkunun kutsanarak, bilgiden uzaklaşmanın yolunun bilimsel bilgiler ile döşenmesi, bilimsellik ile gizlenmesi. Kültürler de, uzun yılların gözleme dayalı bilgilerinin sonuçları değil miydi ki değiştirildi. Kültürümüz de, porselen kupalarımız gibi inceliğini kaybetmiş olmasın (!) bu kabalığın kılıfı ise korkularımız olmasın. Korkunun bu kadar silah olarak kullanılıyor olabilmesi, tek silahlarının korku olmasından dolayı olabilir mi? Bu hem silahı hem silahşörülüğü korku yapmıyor mu?
Yetki zayıflarda mıydı peki?
En azından yetki zayıflara bırakılmamalıydı. Zayıflık neydi, Güç neydi? Bunların tanımları da mı değişti? Doğruları kendine dokunduğu sürece de söyleyebilmekti güç, doğruyu söyleyenlerin sürekli köylerden kovulduğu bu dünyada. Olmaza olmaz demekti güç, olmazı oldurmak sanıldı son zamanlarda. Güç bilmekti, gösterilenin arkasındakini bilmekti. Güç hissetmekti. Güç yeri geldiğinde bir dakika demekti. Mazlumun yanında olmaktı, güç ucu kendine dokunsa da adaleti istemekti. Güç kendin olabilmekti. Kendine, tarihine, kültürene sahip çıkabilmekti. Yaptığın işi düzgün yapmaktı. Düşünmekti, sorgulamaktı, anlamaktı, hızlı kararlar alabilmek, risk alabilmekti. Tarihten ve kültürden nezaket ve zarafetten temel almaktı. Güç aslında kırılgan porselen bir fincan takımıydı. Gücünüze sahip çıkın sağlıcakla kalın.