Kürdük kalu beladan beri 

NECDET PEKMEZCİ

Gece ıslak; yıldızlar sırılsıklam.

Hilal; silme tevekkül, sağanak altında…

Bir ağır ağıt artık kallavi minarelerde tevekkül…

Tevekkül değil de; say ki isyan…

Dili ayrı;  dini bir itikatlı minarelerin, isyanı  mütemadiyen tedbir…

Ağıt da öyle, sırf itikat…

Türkçe de Kürtçe de olsa; itikadın da dili aynı acının da…

Nazım Hikmet çokça mazlumdu, çokça masumiyetti…

Sırf o nedenle desek bile; anlattı, yazdı mazlumları ve anlattı masumiyeti…

Nazım Hikmet ki ; yani Bursa Cezaevi’nden yani İstanbul’dan yani Moskova’dan yani  Varna’dan…

Hele ki Bursa Mahpusunda; yazdı “Şeyh Bedrettin Destanı”nı…

Acı mazlumlara düşüyor;  tarifi; Nazım Hikmet’ten, Şeyh Bedrettin hatırına:

“Yârin yanağından gayrı;

‘her yerde her şeyde hep beraber
diyebilmek’ adına
evlerin
yurtların
dünyaların ve
kozmosun kardeşliği adına”

Hal bu anlayacağınız..

 Mazlumların hali pür melali…

Zaman ve mekan değişse de, değişmeyen masumiyetti…

Masumiyetti, mazlumu en iyi  anlatan, izah eden…

Nazım Hikmet’ten sonraları söz de yazı da geldi Ahmet Arif’e…

“Otuz üç kurşun” da anlattı memleketin ahvalini Ahmet Arif, Nazım Hikmet’ten sonra

“Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun…”

Ve Nazım Hikmet ve Ahmet Arif’ten çok çok sonra; bir anne çıktı ortaya…

Hanesinde yazdı- yaktı bir ağıt, bir  çok yürek…

Nazım Hikmet,  Ahmet Arif‘ten çok  çok sonra zaman ve mekan değişse de, değişmeyen mazlumiyet ve masumiyetti…

Masumiyetti, mazlumu en iyi  anlatan, izah eden…

Dize dize, çığlık çığlık, feryat feryat değil, bir can çekişte anlattı Hazal anne, mağduriyet, mağlubiyet ve ille  de şahadeti… 

Anlattı alttı  uğursuz bir vakitte evladı, şehidi Piyade er Mehmet Coşkun’u…

Şanlıurfa doğumlu Gaziantep- Bozova’da meskûn anne Hazal Coşkun döktü bu ağıtı, destanı Mehmet’in arkasından…

Kurşundan da ağırdı dökülen, eritilen de kurşun değildi zaten; ana yüreğiydi ağıtta…

Nam-ı yürümedi haliyle Hazal annenin ağıtının…

Gazete kupürlerinde öylece kala kaldı uzun bir vakit…

"Küçük askerim, öksüzüm, küçük komandom" diye başlıyordu şehit annesi Hazal Coşkun’un ağıtı…

Aslı Kürtçeydi…

 Aslı Kürtçe de olsa, Türkçe anladık, yandık…

Gecenin ıslaklığı; yıldızların sırılsıklam olması, hilalin silme tevekkülü de bu yüzdendi zaten…

Kavim olmasak da kardeştik…

Ötesi berisi, üveyi öz yoktu…

Mazlumların evladıydık, kal-u beladan beri…

Muhammed’in ve dahi Ali’nin ve Şeyh Şamil’in ve  dahi Mustafa Kemal’in…

Her birimiz öz evlattı: kimimiz Deliorman’dan kimilerimiz Çerkez diyarından gelsek de…

Ağrı’nın Arafat’ın çocukları olsak da, aslında kadim Anadolu’nun bahtsızlarıydık anlayacağınız…

Bu yüzden; an geldi Türkçe, an geldi Kürtçe, an geldi Çerkezce; an geldi; dil, ağız, burun, kılık kıyafet farklı farklı da olsa aynı tevekkül ve aynı isyanın, izahsız sahipleri olduk…

 Böyle belledik; böyle inandık; böyle anlattık…

8  Ağustos 2007’de Şırnak’ta şehit düştü Piyade er Mehmet Coşkun…

Hazal anne, haber ulaştığında  Kürtçe "Küçük askerim, öksüzüm, küçük komandom"  diye dövdü dizlerini, saçını başını yoldu…

Vallahi ve billahi de Kal-u beladan beri Kürt’tük…

Aynı minval ağladık, aynı minval dövdük dizimizi, yolduk saçımızı başımızı…

Ahmet Arif durduk yere yazmadı:

Kirvem hallarımı aynı böyle yaz; rivayet sanılır belki…”