17. Yüzyıl, Osmanlı Tarihi’nde gerilemenin başlamasıyla birlikte, halkı ve devlet erkanını uyandırmaya çalışan düşünce adamlarının da çağıdır. İki durum ön plana çıkar, biri hala Süleymaniye Medresesi’nin ilimde son nokta olduğunu düşünen ve ilme şerh ve haşiyelerle devam eden tembel aydınların savunduğu mevcut düşüncelere sıkı sıkı bağlı kalınması ve diğeri ta bugünleri bile aydınlatacak bilgelikte öngörüler. Bu öngörüleri dile getirenlerin bazılarının boynu vurulmuş, bazıları tembel şerh ve haşiyeciler tarafından hiçliğe mahkum edilmek istenmiştir. Çünkü Fatih bile zamanında tabuları aşamamıştır ve devam eden süreçte huzurunda tartıştırdığı fakat istediği sonucun alınmadığı ulemanın fikirleri hala iktidardadır. Öyleyse, Padişahın aşamadığını aydın nasıl aşsın? Fakat çabalamıştır.
İşte bu aydınlardan biri Kâtip Çelebi’dir. Bu büyük bilgin bütün eserlerinde akla ve müsbet ilimlere yer vermiştir. Şahıslar değil, değerler üzerinden hareket etmiş, terazinin bir kefesinde dostları, öğrencileri hatta ulema ve hatta devlet erkanı olsa bile söyleyeceklerini açık bir dille söylemekten çekinmemiştir. Zaten aydının tanımı da budur. Çağında söylenmesi gereken her şeyi cesurca dile getirmek. Uyarmak, gerekirse gövdesini taşın altına koymak. Yoksa çeşitli mırıltıları bir torna tesviye ustası, bir marangoz da sağda solda dile getirebilmektedir. Yalnız bir farkla, kısık bir sesle. İşte o kısık seslerin de gürleyen nidası aydınlarda vücut bulmalıdır, ki torna tesviye ustası veya bir marangozdan bir farkı olsun. (Kaldı ki bu ustalar hünerleriyle hayata çok fazla değer katmaktadır zaten.)
Dönemin bazı aydınları incelendiğinde şu çağları aşan konunun sancısı hissedilir. “Mezhepçilik.” O sancılardan birinin sahibi de Kâtip Çelebi’dir. Kâtip Çelebi’nin 17. Yüzyıl itibariyle dile getirdiği bu konudaki düşünceleri ve prensipleri bugün de değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Ve hatta yarın da kaybetmeyecek, yarına da ışık tutmaya devam edecektir. “Çağcıl” olabilmek böyle bir şeydir. (Çağcıl; değil kendi asrı, gelecek asırları da kapsayan, hatta onları da aşan fikirler ortaya koyabilmek.) Bu kanayan yaraya karşı şunu formüle eder Kâtip Çelebi: Dünya’nın yaratılmasından beri insanlar bölük bölüktür. Her bölüğün bir türlü mezhebi olabilir. Hepsinin başka başka bir tutumları da vardır. Bu tutum ve mezhepler başkasının düşüncesine, tutumuna, mezhebine uymayabilir. Öyleyse fikir ayrılıklarını tabi karşılamak ve bu konularda tarafsız kalmak lazımdır. Devlet erkanını da halkı böyle taassup dertlerine düşürerek, oyalamaması gerektiği yönünde uyarır. Mesela selamlaşma mesela tütün konularında olduğu gibi halkta örf ve adet halini almış konularda en doğru yolun halkı kendi haline bırakmak olduğunu ifade ederek, halk arasında benimsenmiş konuların seksen risale yazılsa, hükümdar yasaklasa bile yine halkın örf ve adetten ayrılmayacağını vurgular. Yalnız buradaki hassas nokta halkla başa çıkılamayacağını söylerken onun konumlandığı yerdir. Çünkü o bunları halka karşı olduğu için değil, (devrinin ve sonraki devirlerin halka tepeden bakan ve kanunların kuralların tepeden ve baskıyla uygulanması gerektiğini düşünen bazı aydınlarının aksine) halk yani topluluk gücünün her şeyin üstünde olduğuna inanmasındandır. Yani kadim Türk düsturu; devlet millet için vardır prensibidir.
Uyarılarına şununla devam eder Kâtip Çelebi; bir konuda münakaşa edenler önce birbirinin dilini anlamalıdır. Yoksa bu münakaşalar insanlara hiçbir konuda yol aldırmayacağı gibi, sonuç sorunu büyütecek, hala uğraştığımız meseleler halinde devam edecektir. (Yüzyıllardır etmiyor mu?)
Kâtip Çelebi’nin üzerinde durduğu başka bir nokta, matematik ilmidir. Öyle ki müftüler bile hendese ilmini bilmelidir. Niye?
“Hendese bilen müfti ile hendese bilmeyen müftinin fetvasıdır.
Bir kimse boyu ve eni ve derinliği dört zirâ bir kuyu kazmak için birini sekiz akçaya tuttu. O da boyu ve derinliği iki zirâ olan bir kuyu kazdı ve karşılığında dört akça istedi. Fetva ettirdiler, hendese bilmez müfti dört akça hakkıdır, dedi. Hendese bilen müfti hakkı bir akça diye fetva verdi, doğrusu da budur. Çünkü iki zirâ kuyu dört zirâ kuyunun sekizde biridir, ücretin de sekizde bir olması gerekir.” 1
Görüldüğü gibi biz bu çağda müftü nikah kıyabilir mi tartışmaları yapıyoruz, Kâtip Çelebi bir müfti matematik bilmeli diyor, hem de çok iyi bilmeli. Biz bu çağda hala müsbet ilimlerin tartışmasını yapıyoruz, o 17. Yüzyılda çocukları eğitmenin hem de akıl ve müsbet ilimlerle eğitmenin en sevap yol olduğunu öğütlüyor. Her şeyin sorgulanması gerektiğini ifade ediyor. Tıpkı dahi bilim adamı İbn-i Heysem gibi. Onun bilim tarihine öğrencilerine verdiği şu öğütle geçtiği tüm Dünya’daki bilim çevrelerinin malumu. “Otoriteyi sorgula, her şeyi sorgula, kendinden önce denilenleri de sorgula. Deneyi ve delilleri dikkate al.” Bilimin ana prensibini ortaya koyan bu ilim adamından farklı değildir işte Kâtip Çelebi’nin de zikrettikleri.
Geçenlerde YÖK Başkanı Sayın Prof. Yekta Saraç bir açıklama yaptı. “Matematik bilmeyen bir öğrenci üniversitenin kapısından bir arkadaşına bakıp çıkmak için bile giremeyecek” dedi. Şükür 17. Yüzyıldaki Kâtip Çelebi’yi yakalamak için bir adım attık. Umarım devamı gelir. Matematik, Türkçe, Fizik, Kimya, Coğrafya, Tarih hatta Sosyoloji ve Psikoloji temel bilimlerdir ve daima öyle kalmalıdır. Türkçe’yi bilmeden bu ilimlerin bir tekini bile yapabilir misiniz? Hangi kelimelerle, hangi kavramlarla? Matematik bilmeden Türkçe-Edebiyat’taki bir şiiri daha anlamanız, bir tabloya aşık olmanız, hatta kainatı tefekkür edebilmeniz mümkün mü? Fizik, Kimya bilmeden hayatın temel dinamiklerine nasıl ulaşabilirsiniz? Coğrafya bilmeden vatanınızı nasıl tanıyıp, madenlerinizi, dağlarınızı, tarlalarınızı, nehirlerinizi, tüm bunların mana ve önemini anlayabilir misiniz? Psikoloji ve sosyoloji bilmeden bir insanı nasıl tanıyabilirsiniz? Ve siz Tarih bilmeden bu saydıklarımın hepsine nasıl aşkla sarılabilirsiniz? Sarılamazsınız. Ortaya işte böyle kelimenin tam manasıyla ortaya karışık nesiller çıkar. Biraz ondan biraz bundan. Ve mesela Tarih’i ve bilhassa Türkçe’yi bir tıp öğrencisine siz bütün eğitim hayatı boyunca (diğer uzmanlık öğrenimi dahil) zorunlu kılmalısınız. Türkçe’yi bilmeden kavramların özüne inilebilir mi? Tarihini bilmeyen bir doktor olabilir mi? Tıp bilmeyen bir Tarih öğretmeni olabilir fakat tarihini bilmeyen bir doktor olamaz. Olmamalı. Tarihini bilmeyen bir muhasebeci, bir memur, bir Fen Bilgisi Öğretmeni, bir siyasetçi de olamaz. Tarih de tıpkı matematik gibi, aynı muhteviyata sahip olmasa da temel bir bilimdir, olmalıdır.
İlk kitabım birçok şeyle birlikte genç bir akademisyenin matematiğe olan aşkını da anlatır. Orada şöyle bir cümle vardır. “Matematik hayatın kendisidir.” İşte bu minvalde Sayın Saraç çok doğru bir şey dedi bana göre. (Matematik derken, bir matematikçinin düzeyinde ilim sahibi olmaktan söz etmiyorum. O zaman herkes matematikçi olur. Hayatı anlamamıza yardımcı temel ve pratik matematikten söz ediyorum.)
Peki Kâtip Çelebi’den yola çıkarak birbirinden apayrı gibi görünen iki konuyu ele aldım da tüm bunları nerede, nasıl bağlayacağım?
Mezhepçilik dahil, içine düştüğümüz pek çok mesele matematikten uzak olduğumuzdan sorun oluyor. Yani akıl, bilim ve doğru düşünme metotlarından uzak kalmamızdan sebep. Pek çok toplum ileri geleninin (son olarak Adıyaman Üniversitesi Rektörünün) bizi içine düşürdüğü sığ, komik ve akıl almaz tartışmalar hep matematik bilmeyişimizden. Akıl ve bilim yolunu gözardı edişimizden. Einstein yerine Mahmut Tuncer’i dikkate alıp, “mantık sizi a noktasından b noktasına taşır, halay ise her yere” deyişimizden.
Baksanıza “kadınlarla tokalaşmak ateş tutmaktan korkunç” diyen Sayın Rektörümüz, halayda kadınlarla el ele tutuşmuş, almış başını gidiyor. Durdurabilene aşk olsun.
Ne diyordu Kâtip Çelebi, halkın selamlaşma biçimleriyle inatlaşmayın. Yoksa Sayın Rektör gibi, böyle komik durumlara düşersiniz işte.
[1] ) Kâtip Çelebi, Mizânü’l-Hakk Fi İhtiyari’l-Ahakk, MEB Yayınları, İstanbul, 1989