Nazım Hikmet’in davaları

Nazım Hikmet günümüzde herkes tarafından sevilen, şiirleri okunan, hayatı ve eserleriyle sık sık karşımıza çıkan gurur duyduğumuz bir şair. Bugün bazı kesimler Nazım Hikmet’i çok sahiplenir. Ancak yaşadığı dönemde toplumun, siyasilerin ve o günün entelija

Nazım Hikmet ve kendisi gibi genç bir şair olan arkadaşı Vâlâ Nureddin İstanbul’un işgal altında olduğu günlerde Milli Mücadele’ye yardım etmek için gizlice Ankara’ya giderler. Ankara’da kendilerine bir görev verilmesini beklerler ancak bekledikleri olmaz. Öğretmenlik yapmak üzere Bolu’ya gönderilmeden önce Mustafa Kemal Paşa’ya genç şairler olarak takdim edilirler. Mustafa Kemal Paşa onlara gayeli şiirler yazın tavsiyesinde bulunur.



(Vala Nureddin-Nazım)


Ankara’da cepheye gönderilmedikleri için biraz mahzun olurlar. Ayrıca yakından tanıdıkları Hüseyin Hüsnü Paşa, İsmail Fazıl Paşa gibi rütbelilerin sofralarıyla halkın sofralarını kıyaslayınca daha beter canları sıkılır. İçki yasağının halka uygulanmasına rağmen askerlerin sofralarında içki tüketilmesine çok şaşırırlar. Nazım Hikmet halkın kuru ekmek yediğini görüp üzülür. Bir vatandaşın içki içtiği için gözleri önünde mahkeme tarafından 7 sene hapse mahkûm edildiğini gören genç şair Ankara’daki makam sahiplerinin rakı sofrası kurduklarını gördüğünde “yanlışlık olacak, bu memlekette içki yasak, bir vatandaş bunun yüzünden hapse mahkûm edilirken, bu yasağı milli mücadele boyunca gerekli görenler bunun haricine nasıl çıkabilir’’ deyip oradan yemek yemeden ayrılır.

Birkaç ay Bolu’da öğretmenlik yaptıktan sonra yerli halktan bazı kişilerin baskılarından dolayı orada tutunamazlar. Bunun üzerine bazı tanıdıklarının yardımıyla öğrenim görmek ve Rusya’da komünizmi öğrenmek için önce Batum’a daha sonra Moskova’ya giderler. Burada Profesör Ahmet Cevat Bey’in yardımı ile Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne kaydolurlar.


4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn kanunu çıkarılınca Tanin, Tevhid-i Efkâr, Orak-Çekiç, Son Telgraf, Aydınlık, Sebillürreşad gibi birçok gazete ve dergi kapatılmış ve İstiklal Mahkemeleri kurulmuştu. Bazı TKP üyeleri yakalanarak Ankara’ya getirildi. Bunun üzerine Nazım Hikmet Aralık 1924’te geldiği Türkiye’den gizlice Moskova’ya kaçtı. Ankara İstiklal Mahkemesi yargılamasında gıyaben 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Artık davalar Nazım Hikmet’in peşini bırakmayacaktı.

1927’de hala Sovyetler Birliği’nde iken yeni kurulan bir gizli komünist partiye üye olduğu gerekçesiyle Ağır Ceza’da yargılanarak gıyaben 3 ay hapis cezası aldı.

1928 yılında af çıkınca yararlanmak üzere Türkiye’ye gitmek istedi. Türkiye Büyükelçiliği’ne giderek vize ve pasaport istedi ancak bir türlü sonuç çıkmayınca Laz İsmail (Bilen) ile birlikte gizlice Türkiye’ye girerek Hopa’da yakalandılar. Sınırı izinsiz geçtikleri için Rize’de yargılanmak üzere Hopa Cezaevi’nde iki ay boyunca kötü ve havasız bir koğuşta beklediler. Sınırı izinsiz geçmenin cezası 3 gündü ancak Nazım Hikmet’in 1925 yılından 15 yıl, 1927 yılından ise 3 ay hapis cezası vardı. Yargılanmak üzere bir vapurla yemek ve tuvalet dışında elleri kelepçeli halde İstanbul’a gönderildiler. Çok büyük bir cürüm işlemiş gibi Sultanahmet Cezaevi’ne götürülüş şekillerinin üzerine basında büyük bir tepki oluştu ancak tekrar yargılanmak üzere Ankara’ya da aynı şekilde gönderildiler. Ankara Ağır Ceza’da tekrar yargılandıktan sonra ikisinin de tüm cezalarının af nedeniyle bağışlanmış olduğu anlaşıldı. Yurda izinsiz girişin cezasını ise Hopa’da fazlasıyla çekmişlerdi.  Serbest bırakılmalarına karar verildi.


Nazım Hikmet Stalin’i eleştirdiği için komintern çevrelerince dışlanmış ve Türkiye’de muhalif komünistlerle örgütlenme eğilimi gösterince TKP’den ihraç edilmişti. Bu sırada basında hakkında Yakup Kadri, Hamdullah Suphi gibi yazarlar Nazım Hikmet’in aleyhinde yazıyorlardı. Bilhassa Ankara’da sürekli Mustafa Kemal Paşa’nın sofrasında bulunan Yakup Kadri Bey’in yazdıkları etkili oluyordu. Yakup Kadri Nazım Hikmet’e ‘’ipsiz sapsız, patavatsız, kaba ve mantıksız’’ gibi yakıştırmalar yapıyor ve şiirlerinin Türk cemiyeti içinde bir yeri olmadığını savunuyordu. Hamdullah Suphi ise ‘’Bolşevik kapısının müseccel köpekleri’’ yazacak kadar ileri gidiyordu. Yakup Kadri Nazım Hikmet’i ve onu savunanları Harb-i Umumi’de yiyecek ve okuyacak bir şey bulamayıp iyi beslenemedikleri için mantık ve irfanları gelişmeyen gençler olarak addediyordu.

         Nazım Hikmet ise ona cevaben;

        ‘’Hâki ceketli ölülerin ceplerinden çalarak parasını

         Satın aldı kendine İsviçre dağlarının havasını’’

         ‘’Halkın soyulmuş derisinden sırtına frak giyen sensin’’ gibi dizelerle Yakup Kadri’nin 1. Dünya Savaşı esnasında tedavi için İsviçre’ye gitmesini eleştiriyordu.            

CHP çevrelerinde Nazım Hikmet’in grevi övüp sınıf edebiyatı yaptığı ancak elini kolunu sallayarak gezdiği konuşuluyordu. 1931 yılında İçişleri Bakanlığı’nın emriyle bir zümrenin diğer zümreler üzerinde hâkimiyetini tesis etmek amacıyla halkı suça teşvik ettiği gerekçesiyle mahkemeye verildi.  Mahkemeye yoğun bir ilgi vardı. Nazım Hikmet komünist olduğunu saklamıyor ancak bunu yalnız şiirlerinde kullandığını belirterek kimseyi tahrik etmediğini belirtiyordu.  Duruşma ertelendi ve bir sonraki duruşmada Nazım Hikmet beraat etti. Salona sığmayan izleyicilerden büyük bir alkış koptu.


1933 yılında Gece Gelen Telgraf yayımlandıktan bir süre sonra iki dava birden açıldı. Nâzım Bursa'ya gönderildi ve altı ay hapis cezası alarak temyize başvurdu. İkinci davayı ise Süreyya Paşa, 9 Mayıs 1933'te, Gece Gelen Telgraf'ta yer alan hiciv nedeniyle kendisine ve pederine hakaret ettiği gerekçesiyle, Nâzım Hikmet'e karşı açmıştı. 27 Ağustos 1933'te mahkeme Nâzım Hikmet'i, Süreyya Paşanın babası Serasker Rıza Paşa’ya hakaret ettiği için 1 yıl hapse, 200 lira ağır para cezasına, davacıya 500 lira tazminat vermeye mahkûm etti. Ama 29 Ekim 1933'te, Türkiye Cumhuriyeti'nin onuncu kuruluş yılı dolayısıyla bir af yasasının çıkarılması, Nâzım Hikmet'i, bu iki davada aldığı cezalardan kurtardı.


Nâzım Hikmet, 22 Mart 1933'te, gizli örgüt kurmak ve komünizm propagandası yapmaktan tutuklanmış, ardından Bursa’ya gönderilmişti. 27 Ağustos 1933'te, Bursa Ağır Ceza Mahkemesi'nde idam talebiyle başlayan dava, 31 Ocak 1934'te, şaire 5 yıl ağır hapis cezası verilmesiyle son buldu. Temyiz verilen kararı bozdu ancak Bursa Ağır Ceza Mahkemesi cezada ısrar ederek 4 yıl verdi. Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. Yılı münasebetiyle çıkarılan af yasasından yararlanarak cezasının 3 yılı silindi. 1,5 yıldır tutuklu bulunduğu için 6 ay fazladan yatmış olarak 1934 yılında tahliye edildi.

 


(Kemal Tahir-Piraye-Nazım, Çankırı Cezaevi)


Davalar, suçlamalar peşini bırakmıyordu. 1937 yılına gelindiğinde yine komünistlik suçundan İstanbul’da Ağır Ceza’da yargılanıp 6 ay süren dava sonrasında aklanmıştı. Aynı yıl bir harp okulu öğrencisi Nazım Hikmet’in karşısına çıkarak fikirlerinden istifade etmek istediğini söyler. Nazım bu gencin provokasyon amaçlı yanına geldiğini anlar. Ömer Deniz isimli bu genç Nazım Hikmet’e erata ne öğretelim diye sorar. Anayasadaki 6 umdeyi öğretin cevabını alır. Ancak ifadesinde Nazım Hikmet’in ona önce Kemalizmi sonra da komünizmi öğretin dediğini söyler. Daha sonra bu ifadesini baskı altında verdiğini söylese de avukatları tarafından ‘yüzde binbeşyüz aklanacaksın’ dedikleri Nazım Hikmet Askeri Mahkemede görülen bu davada 15 yıla mahkûm olur, 17 Ocak’ta göz altına alınıp 2 gün sonra tutuklanan şairin cezası 29 Martta 15 yıla mahkum edilir. Karar temyize gönderilir ancak askeri yargıtay Nazım Hikmet’in cezasını onar.

 

 

21 Haziran 1937'de aklandığı dava ise Yargıtay’dan bozulmuştu. Nâzım Hikmet Ankara Cezaevi'nden alınarak İstanbul'da Sultanahmet Hapishanesi'ne getirildi. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi'nde davası yeniden başlamıştı. Nazım Hikmet’i aynı yıl Haziran ayında Erkin adlı bir gemiye götürerek önce tuvalete sonra sintine ambarına kapatırlar. 10 Ağustos 1938’de Donanma Askeri Mahkemesi’ndeki yargılanması Erkin gemisinde başlar.  Erkin gemisi sabit durmuyor sürekli yer değiştiriyordu. Böyle anormal bir durumda yargılanıyordu Nazım Hikmet. Yazdığı yazılar, okuduğu kitaplar bile suç oluyordu. Delil bulamasalar da yaratmaya çalışıyorlardı. Bir suç bulunamayınca avukatlar davanın düşmesini istediler ancak Savcı Şerif Budak ‘’Biz bu davada delil arayacak kadar saf değiliz’’ demişti. Amiral Hüsnü Gökdenizer ‘Ortada hiçbir şey yok, bu çocuklara yazık ediyorsunuz’ diyerek görevinden istifa edecekti. Bu davada 13 yıl 4 ay ceza aldı ve önceki 15 yıl ile birleştirilerek 28 yıl 4 ay cezaya çarptırıldı. Nazım Hikmet 1925 yılından 1938’e kadar 11 defa yargılanmış, birçok defa hapse girip çıkmış ve sonunda böyle büyük bir cezaya çarptırılmıştı. Avukatları Büyük Millet Meclisi’ne detaylı dilekçeler sundu. Verilen cezalar Ankara ve meclis kulislerinde konuşuluyordu. Sivillerin askeri mahkemelerde yargılanması ve delil olmadan verilen cezalar bazı milletvekillerini rahatsız ediyordu. Bunun üzerine Türk Ceza Kanunu'ndaki 141-142. Maddeler ‘’yalnız eylemi değil, düşünce açıklamayı da cezalandırır’’ şeklinde değiştirildiler. Bunun altında yatan sebep birçoklarınca Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı gibi isimlerin her koşulda mahkûm edilmek istenmeleriydi.

Falih Rıfkı Atay daha sonra meclis koridorlarında ‘‘Vesika yokmuş, delil yokmuş, biz onu divan-ı harbe mahkûm edelim de görsün’’ diye konuşulduğunu yazacaktı. Nazım Hikmet savunmasında komünist olmasının Mustafa Kemal Paşa’ya saygı duymasına engel olmadığını ve 6 umdeye sahip çıktığını söylüyordu. Nazım Hikmet arasının iyi olduğunu düşündüğü dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya bir mektup yazdı ancak bir sonuç çıkmadı.

Nazım Hikmet varlıklı bir aileden geliyordu. Bir gün kendisi hakkında bilgi alabilmek için babasını öldüresiye dövdüklerinde babası Nazım Hikmet’e neden bunlarla uğraşıyorsun oğlum, yoksul veya ayak takımından biri değilsin ki diyordu. Evet, Nazım Hikmet istese çok iyi koşullarda rahat bir yaşam sürebilirdi, paşa torunu idi. Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’ın dedesi Polonya’dan Türkiye’ye sığınanlar arasındaydı. 1848 yılında Polonyalılar ve Macarlar Avusturya İmparatorluğu ve Rusya’ya karşı bağımsızlık için ayaklanmışlardı. Kossuth Lajos öderliğinde başlayan ayaklanma bastırılmış ve önemli konumdaki birçok Macar ve Polonyalı Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmıştı. Rusya’nın verdiği notaya rağmen Osmanlı sığınmacıları vermemiş ve bu çoğu asker ve zanaatkâr olan mülteciler Osmanlı’ya minnet borcu olarak hizmet etmeye başlamışlardı. İşte Celile Hanım’ın dedesi Albay Konstantin Borzecky Müslüman olarak Mustafa Celaleddin ismini almıştı. Uzun yıllar Osmanlı’ya hizmet edip Paşa olmuş ve Karadağ savaşında şehit düşmüştü. Bu yönüyle Celile Hanım’ın nüfuzlu tanıdıkları vardı ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Ali Fuat Cebesoy da teyzesinin oğluydu. Yardım isteyip en azından rahatsız olmayacağı bir yere gönderilmesini istedi. Bunun üzerine Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı Çankırı Cezaevi’ne gönderildiler.

 



(Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı Çankırı Cezaevi)


Artık her şey bitmişti. Nazım Hikmet tutuklu kalması için emrin çok yüksek bir makamdan geldiğini ve bu kişinin Mareşal Fevzi Çakmak olduğunu düşünüyordu. O da en yüksek makama, Atatürk’e 1938 yılında bir mektup yazdı ve suçsuz olduğunu söyleyerek devrimlerini savunduğunu belirtti. ‘Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin. Kemalizmden ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum’ diyerek mektubunu bitiriyordu. Bu mektubun Atatürk’ün eline geçip geçmediği tam olarak bilinmiyor. Mektup Şükrü Kaya’ya iletilmişti ancak onun Atatürk’e ya çok geç verdiği ya da vermediği düşünülüyor. Ancak Ali Fuat Paşa bir yolunu bulup Atatürk’e hasta yatağında konuyu açmış ondan ‘’Mareşali darıltmadan siz bir çözüm yolu bulun’’ cevabını almıştı. Daha sonra Fevzi Çakmak’ın kızından rica edilecek ama babası onu dinlemeyecekti.

Paris’te kurulan Nazım Hikmet’i kurtarma ve yapıtlarını yayma komitesini Albert Camus, Pablo Picasso, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir gibi büyük isimler destekliyordu. Türkiye hükümetine mektuplar yağdırmışlardı. Zamanımızın en büyük şairlerinden biri olan Nazım Hikmet’in serbest kalmasını istemişlerdi. Konu Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye de taşınmış, Adalet Bakanlığınca bir af tasarısı hazırlanmış ancak mecliste kabul edilmemişti. Tek parti devrinin son dönemlerinde gazetelerde haksız yere hapis yattığıyla ilgili yazılar yazılmaya başlandı ve Demokrat Parti iktidara geldikten sonra 1951 yılında çıkan afla serbest bırakıldı.

Nazım Hikmet, 1938’de tutuklanmasından 1963 yılında ölümüne dek kitaplarını Türkçe basılmış olarak göremedi. Dünyanın birçok yerinde ise o yaşayan en büyük şairlerden biriydi. Azerbaycan’da ise tam bir kahramandı. Ülkesinde hapisten çıkmıştı ama sürekli gözetim altındaydı ve sonrasında askere çağırıldı. 2 yıllık askerliği 50 yaşında kaldıramayacağını hisseden ve tansiyon, kalp gibi ciddi hastalıkları olan şair bir sabah Refik Erduran’ın yardımıyla boğazdan bir gemiye binerek Romanya’ya, oradan da Moskova’ya kaçtı. Henüz 11 aydır serbestti ve geride bıraktığı çocuğu 3 aylıktı. Nazım, mahpusluğunda basının suskun olmasına çok içerliyordu. Moskova’ya gittiğinde büyük coşkuyla karşılanmıştı. 1950 yılında Dünya Barış Kongresi Nazım Hikmet’e Pablo neruda ve Pablo Picasso ile birlikte barış ödülü verecekti. Nazım Hikmet’in yurt dışı yasağı olduğu için yerine ödülü alan Pablo Neruda ‘Şiirlerimin onun şiirleriyle yan yana olmasından gurur duyuyorum’ diyecekti.

 


Şair Ahmet Muhip Dıranas canı cehenneme derken, Çetin Altan Nazım’ın Romanya’ya kaçmakla gösterdiği haysiyet ve şerefsizlik daima lanetle yâd edilecektir diye yazacaktı. Cumhuriyet gazetesi ise Nazım Moskofların şakşakçı peyki oldu diye yazıyordu. 12 Temmuz 1951’de Şair Eşref’in Abdülhamit’e yaptığı tavsiye aklımıza geliyor. Resmini teksir ettirip dağıt ki millet doya doya yüzüne tükürsün Biz de bu resmi Nazım hesabına aynı gaye ile basıyoruz diyordu.

 



25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile Nazım Hikmet vatandaşlıktan çıkarıldı. Bu tarihten sonra bir daha ülkesine dönemeyecekti. 1963 yılında geçirdiği bir kalp krizi sonrası ise Moskova’da hayatını kaybetti. Bir gün memleket özlemi çekerken Zekeriya Sertel’e ah ne büyük eşeklik etmişiz de buralara gelmişiz demişti. 1963 yılında Moskova’da öldüğünde Novodeviçiye mezarlığına defnedildi. Burası Çehov’un, Gogol’un, Mayakovski’nin, Turgenyev’in yattığı mezarlıktı. Evet, bu bütün dünyanın hayran olduğu şair ülkesinde yalnızca baskı, hapishane ve sıkı tarassut görmüştü. Ölümünün ardından son karısı Vera ceketinin cebinde Nazım Hikmet’in son şiirini bulacaktı:

 

Gelsene dedi bana

Kalsana dedi bana

Gülsene dedi bana

Ölsene dedi bana

Geldim

Kaldım

Güldüm

Öldüm

 

Harun Yılmaz - 16 Ağustos 2017 Ankara,


Yararlanılan Kaynaklar

1. İlber Ortaylı, Tarihimiz ve Biz

2. Memet Fuat, Nazım Hikmet

3. Ekber Babayev, Yaşamı ve Yapıtlarıyla Nazım Hikmet

4. Can Dündar, Nazım

5. Vâlâ Nureddin, Bu Dünyadan Nazım Geçti

 

Harun YILMAZ

Kültür-sanat Haberleri