Eskiden şer odaklarının işleri daha kolaydı. Ne Dünya bu kadar küçüktü ne de telekomünikasyon bu kadar ileriydi. Esasen eskinin Dünyası daha küçüktü. Tabi o dönemin insanlarının algısına göre. Mesela Amerika Kıtası keşfedilmemişti. Mesela bir medeniyetin diğer bir medeniyetten haberi yoktu. Uzun bir süre de olamıyordu. Elma kurdu misali. Malum. Bir elma kurdu bütün dünyayı elmanın içi kadar sanırmış. O zaman insanların bu algısına rağmen Dünya çok büyüktü aslında. Bir yere seyahat (ya da keşif) değil aylar, yıllar sürebiliyordu, bir kıtadaki bir haberin diğer bir kıtaya ulaşması asırları aşıyordu. Kısaca Dünya asıl şimdi küçüldü.
Yüzyıl öncesine kadar bu büyük Dünya devam etti. Fakat 20. Yüzyıla girmemizle birlikte bu Dünya hızla küçülmeye başladı. 21. Yüzyılda ise uzaya yakınlaşmaya çalışıyoruz. Bir anlamda uzayı da bu küçük ölçeğe sığdırmaya çalışıyor insanlık. Peki, ne ile? Teknikle, ilimle, fenle, bilgiyle, iletişimle.
20. Yüzyılın sonlarında, bu yüzyılın başlarında birçok kavram literatürümüze eklendi. Global Dünya (Küresel Dünya), Bilgi Çağı, Telekomünikasyon (İletişim) Çağı. Şimdi bir kıtadaki bir haber, değil en uzaktaki bir kıta, uzayda bile yorumlanıp geri bize dönüyor. Mesela çevre kirliliğinin artması. Anında uzaydan fotoğraflar çekiliyor, geri Dünyaya yollanıyor. Gibi. Kısaca pek saklısı gizlisi kalmadı bu yeni Dünya’nın. İsterse yatak odasına bile giriyor. Yani senin en mahremine. İsterse o gün ne içtin, ne yedin, kimlerle konuştun, telefonda neler söyledin, bilgisayarınla hangi sitelere girdin, kimlerle irtibat kurdun, anında Dünya’nın haberi olabiliyor. Bu kişinin ne kadar ön planda olmasıyla ilgili. Yani bugün silik bir şahsiyetsen bile, ilerde bir gün mühim bir şahsiyet haline gelirsen bu bilgi depolanmış olarak bazı yerlerin elinde tutuluyor. Yo, hemen komplo teorisine girişmeyeceğim. Yok, şu şer odak, yok bu gizli yapılanma filan diye. Herhangi bir hacker da bu bilgilere ulaşabilir. Depolanan yer uzayda bir yerlerde çünkü. Ve her birimiz o yere bağlıyız. Nasıl mı? Binbir çeşit kablolarla ve teknik aletlerle. Kredi kartlarıyla, kimliklerdeki çiplerle, el, göz izlerimizle, mobese ile… Vesaire vesaire. O kadar çok ki. Bütün Dünya nüfusu kayıtlı bu sisteme. Bu bakımdan kişinin özelinin hallaç pamuğu gibi atılması o kişinin ne kadar ön planda olduğuyla ilgili. Herkes zaten depolanıyor, kişi ön plandaysa onunki ön plana çıkıyor sadece. İşte şer odak, gizli yapılanma burada devreye giriyor ve ön plandaki insanlara özel depolama sistemleri geliştirmeye başlıyor. Evvelki bilgileri elinde tutarak, o kişinin önce haritasını çıkarıyor sonra da adım adım gözlem altına alıyor. Gibi. İşin etik kısmı ayrı bir boyut. Fakat bu kablolara sahip olduğumuz sürece bu matrixin içindeyiz biz de.
Yaklaşık yüzyıl öncesine kadar devletlerin sinsi planlarla birbirini sırtından vurması, aralarında gizli anlaşmalar yaparak, diğer devletlere ömür biçmeleri, kafayı taktıkları bir devletin içine ajanlarını sızdırarak o ülkeyi isyan, ayaklanmaya sürüklemeleri, insanları birbirine düşürerek hadise çıkarmaları ve bu şekilde o ülkeyi zayıflatmaları kolaydı. Daha da kolayı tüm bunları yapıp, hiçbir şey olmamış gibi kenara çekilivermeleriydi. Hatta görünürde o ülke ile dost kalmaya ve o ülkeyi kandırmaya devam etmeleriydi. (Bu dostlukların sahte olduğunu bugün bize söyleyen yine tekniktir, bilimdir, fendir. Yani o yüzyılda kalsak ve dünya hiçbir gelişme göstermeseydi, Dünya bu minval üzere devam edecekti.)
Yani bu çağda kandırılmak, yanılmak, aldatılmak sıradan bir insan için mümkün olsa da devletler bazında mümkün değildir. Yalnız şu mümkün. Karşındakinin –geçmişin de bilgileriyle- ciğerini bilerek; ona karşı kandırılmış, yanılmış, aldatılmış gibi yapmak. Hatta bu akılcı bir politika olarak bile değerlendirebilir. Bunu yorumlamayı siyaset-bilimcilere bırakıyorum. Ancak şunu da ifade etmek istiyorum. Bu mış gibi’yi yapmazsanız sizi bir dakika bile yerinizde durdurmayacak her türlü enstrüman mevcut, mış gibi yapmak zorunda olduğunuz insanların elinde. Hatta zaman zaman denemişler de. Mesela önce bir örgütü kart olarak önünüze sürmüş. Onda başarı sağlayamayınca diğer bir örgütü öne sürmüş, yetmemiş darbe planlamış diyelim. Hiçbirinde başarılı olamamış. Fakat örtülü savaşını sürdürmüş. Zaman kazanmak ve bu sırada da onları mış gibi yapmak zorunda bırakacak gelişmelerin zeminini hazırlamak, bu minvalde akılcı politikanın devamı olabilir. Mesela bu sırada kendi imkânlarınızı genişletirsiniz (silah, teknik, ekonomi vs.), diğer taraftan su yüzüne çıkan ajanları devletten temizlemeye çalışırsınız (ki onlar hali hazırda mevcutken, mış gibi yapmamak biraz riskli olabilir) ve şartların olgunlaştığından emin olana kadar harekete geçmezsiniz. Çünkü bu bilgi çağında tarihi arka planlarıyla birlikte, devletler bazında herkesin ne olduğu gün gibi ortada. Bunları bilip, ya teslimiyet ya tam bağımsızlık yolunda, adımınızı tam bağımsızlık seçeneğinde atmak isteyen Dünyanın herhangi bir ülkesindeki herhangi bir devletseniz, “biz kırk kişiyiz kırkımız da birbirimizin ciğerini biliriz” hesabı onların ciğerlerini bilerek adım atmak zorundasınız. Bu zorlu yolculukta bir taraftan mış gibi yapıp, bir taraftan süre kazanmak için taktik geliştirmeniz, bir taraftan da onları mış gibi yapmak zorunda bırakacak adımları süratle attırmanız gerekir. Tüm bunları yaparken de mutlaka ve mutlaka milletinizin gücünü arkanıza almanız lazımdır. Bu millet gücünün devamı için gerekirse kartları açık oynayacağınız zamanlar da gelebilir. Çünkü mış gibi yapmak zorunda olduklarınız, aslında perde arkasında kendilerinin yazdığı oyunları, sanki sizin eserinizmiş gibi sahnelemek isteyebilir. Sırf milletin kafasını karıştırmak için. Bu gibi durumlarda sizin bir adım önde olmanız, o oyunları önceden bilip, onlardan önce açık etmeniz gerekir. İşte bunu sağlayacak olan da bu sistemdir. Bilim, teknik ve telekomünikasyon. Üç tane usta hacker bile bu durumda işinize yarayabilir. Yeter ki ülkesinin menfaatlerini her şeyin, kendinin bile üstünde tutabilecek birileri olsun. Görüldüğü gibi bu yeni Dünya’dan korkulmasını gerektirecek sebep pek de yoktur. Üçü teke indirelim ve büyük bir laf edelim, tek bir hacker bile yeter bu sistemi lehe çevirmeye. Çünkü artık dünya tuşlarla yönetilebildiği gibi tuşlarla da kilitlenebilmektedir.
Yüzyıl önce böyle değildi meseleler. İki asır önce hiç değildi. Beş asır önce ise çok daha, çok daha zordu. Mesela biz tarih bilimi sayesinde şu iki sorunun cevabını ancak şimdi arayabiliyoruz. Fatih zehirlendi mi? Abdulaziz kim tarafından öldürüldü, yoksa gerçekten intihar mı etti? (Emin olun ecdada eziyet olarak addedilmese cesetlerin kalıntıları üzerinden yapılacak teknik incelemeler bu soruların cevabına da ışık tutar.) O gün bu soruları soran yok. Sorsa da bunun üzerine gidecek imkan yok. Mustafa Kemal mesela. Yok şöyle yaptı, yok bunları kesti, yok bunları astı. Bunların görünenden farklı olduğunu bize söyleyen yine bilim. Tarih bilimi. O gün öyle değil. Okuma yazma oranı çok az. Değil bilgi çağı, gerçek bilgiye ulaşmak çok zor. İnsanlar usta ajanların vasıtasıyla hemen kışkırtılabiliyor. Farklı cenahlardan farklı bilgiler yayılabiliyor. Düzeltmek için haberiniz olması lazım fakat bu size geç ulaşıyor. Çıkan isyanlar bambaşka gerekçelerle ambalajlanıyor ve tarih o şekilde yazılsın diye elden gelen yapılıyor. Ki bakiyesi bugünleri de etkilesin. Benzer isyan gerekçeleri doğsun. Vesaire. Bunların hepsi bugünün bilimi ve teknikleriyle ve dahi tarih biliminin gelişmesiyle çürüyor. Çürümeye de devam edecek. Peki, bunları çürütmek için enerji harcayacağız, bilime ve araştırmaya daha çok sarılacağız, gerçek bilgiye ulaşmak için çabalayacağız da bugünün meselelerine karşı nasıl tavır takınacağız? Bugün yaşanan hadiselerin, mücadele edilen tarafların ağzından tarihe geçmesine müsaade mi edeceğiz? Yıllardır gözlemliyorum bu süreçlerde bu soruyu soran çıkmadı. Oysa, o kadar mühim bir soru ki bu. Çünkü nasıl yüzyıl öncesinin yalan yanlış olayları yanlış kişilerin elinde kasıtlı olarak yanlış yazıldığı için, bugün bizleri uğraştırıyorsa, yarını da bunlar uğraştıracak. Atatürk örneğinden yola çıkarsak, şunları astı vs. Bugün idam yasası olsa, asılacak insanların sayısı az mı? Aman efendim ama bugün biz bizzat şahit oluyoruz bu olaylara, asılmaları elzem. O gün öyle olmadığını nereden biliyorsun? Çünkü şahit olmadın. Sana bunların gerçeğini anlatan bilimsel verilere de uzaktın. O yüzden yanlış bilgilerle donatıldın ve o konuda bambaşka bir Mustafa Kemal’i ezberledin. Bu dönem için yarın böyle denmeyeceğini nereden biliyorsun? Hem de bütün veriler elindeyken. Bütün belgeler bilgiler elindeyken. Hem de bizzat milletin kendisi birebir şahit olmuşken. Eğer bunların doğrusunu şimdiden yazamazsan, bir yerlerde sağlam bir şekilde depolayamazsan, tüm dijital belleklerden silinir bunlar. Geriye insanların hafızasından silinmesi kalır, ki bunu da insanlar unutarak yaparlar zaten.
Yüzyıl önce bir değil birkaç sağlam gizli anlaşma yapıldı ve Anadolu’yu paylaşma ve sonunda da Türklere ebediyen buradan gönderme girişimi başladı. (Zerre kadar abartma yoktur. Kelimesi kelimesine böyledir. ‘Türkleri ebediyen buradan gönderme.’ Gerek göç gerek soykırım ile.) Bu açık olan Mondros Mütarekesi (Ateşkes Anlaşması), Sevr Anlaşması ile devam etti. O gizli anlaşmaları ilk haber alan İttihatçılardı. Bunun için aynı gizlilikte önlemler almayı denediler. Hatta fiili olarak da teşebbüsleri oldu. Bolşevik İhtilali’nden sonra Osmanlı’ya haber veren ise Ruslardı. (Çarlık Rusyası anlaşmalara bizzat taraftı. Hatta Osmanlı’nın son üç asrında bu anlaşmaların temelini oluşturan devletti.) Bu gizli anlaşmalardan ve Mondros ve Sevr’in bile asıl anlamını bilmeyen millet yine de Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının kendilerini o zor koşullarda uyandırmalarıyla haberdar oldu ve tarihin gelmiş geçmiş en büyük destanlarından birini yazdı. Mustafa Kemal bir dönem mış gibi birine bir dönem mış gibi birine yaparak bu, o dönemin en güçlü devletleri olan İngiltere ve Fransa’ya tarihlerinin en büyük siyasi oyununu oynadı, bu güçlü ittifak blokunu parçaladı ve sonunda cephede de yenilgiye uğrattı. Geldikleri gibi gittiler. Değil Anadolu’yu parçalamak emelleri, yepyeni ve güçlü Türk Cumhuriyeti doğdu. Bu dönemin ardından da örtülü mücadele devam etti ve yine İngiliz Amerikan ajanları Doğu ve Güneydoğu’da cirit atmaya, gizli saklı faaliyetlerini yürütmeye devam ettiler. Sonuçları itibariyle bu olayların bir kısmından, sonuca bağlanmadan diğer bir kısmından devletin haberi oldu. Haberi olduğunda bastırdı, dağıttı, ilga etti vs. Fakat haberi olmadıkları, o günden bugüne devam etti. Şimdi ise bu faaliyetlerin tarihi arka planlarıyla birlikte hepsi devletin elinde mevcut. Biz kırk kişiyiz, kırkımızda birbirimizin ciğerini bileriz deyişinin belgesel karşılığı da mevcut. Tüm bu bilgi ve belgelere rağmen devletimizin kahvehane köşelerinde dillenen iddiaları (ki genelde bunlar yüzde doksan doğru çıkar) bilmediğini ve buna göre hareket etmediğini düşünmek saflık olur. Hem de bu bilgi çağında. Hem de bu telekomünikasyon çağında, hem de bu tekniğin bu kadar ileri olduğu çağda. Ben öyle zannediyorum ki, devletimiz uçan bir sineğin kanat deseninden, kimleri ısırdığına kadar her türlü bilgiye sahiptir ve elinde tutuyordur. Bu bağlamda bugüne kadar ne Fetö’yü ne HDPKK’yı (çözüm sürecinde) ne de Barzani’yi ve ne de arkasındaki güçleri bilmemesi mümkün değildir. Öyleyse muhtemeldir ki mış gibi yani şartlar olgunlaşıncaya kadar bilmiyormuş gibi yapmış ya da tekdir ile uslandırma yolunu denemiştir. Ya da kuklacı iyice netleşene kadar yem atmıştır.
Zaten bu bilgi ve telekomünikasyon çağında artık devletler de yavaş yavaş bütün kartlarını açık oynamaya evrilmişlerdir. Barzani’ye açıktan destek veren İsrail, Kerkük’ün bugüne kadar olan tarihinde yaşatılmayan bir rezilliği sergileyip İsrail Bayrağı sallayan Barzani’nin Kürtleri bu iddiamı doğrulamaktadır. Bu bağlamda da Dünya artık yeni bir döneme girmiş, bu hızlı iletişim çağında gizli her şeyin bir günde bile değil, birkaç saat içinde ortaya çıktığını bilen küreseller artık her şeyi açıktan yapmaya başlamıştır. Göreceksiniz kısa bir zamana kadar bizzat kendi ağızlarıyla yaptıkları eski anlaşmaların arşiv bilgilerini ortaya dökecekler, bunu bile Ermeniler ve Kürtleri kendi yanlarına çekmek için kullanacaklardır. Sizin için işte biz bu tarihsel süreç içinde bu kadar ter döktük(!) (yani sizi birbirinize düşürüp, haram olduğu halde Müslümana Müslümanın kanını helal kıldık, sizi devlete isyana sürükledik ama bu sebeptendi), bu kadar uğraştık demek için. (Yazık ki kandırdıkları bir kez bile sormamıştır, sen bir Hristiyan’sın veya Yahudi’sin, ben Müslümanım ve Müslüman bir devletim var, niye bana yardım ediyorsun diye.) Çünkü artık bazı etik kurallar da ters yüz edilmiş, dün yanlış kabul edilen şeyler bugün doğru olarak kabul edilmemeye başlamıştır. Çünkü bu çağ aynı zamanda, menfaatlerin yarıştığı, utanmazlığın dip yaptığı, bütün değerlerin sorgulandığı da bir çağdır aynı zamanda. İnsanlar artık değerleri için değil daha çok çıkarları için hareket etmektedir. Siz Sömürge Bakanlığı diye bir şey duydunuz mu? Adam sömürgelerini yönetmek için bakanlık kuruyor ve o çağdaş Batı bunu bir lahza bile sorgulamıyor. Siz emperyalizmin Batı’da çok kayda değer bir ideoloji olduğunu ve bunun farklı bir biçimde okullarda ders olarak okutulduğunu biliyor musunuz? Hem de uzun zamandır. Böyle eğitilen bir topluluktan etik, ahlak kuralları ve değerler çıkar mı? Senin ülkeni karıştırmayı, sonunda birbirine düşürmeyi, kaynaklarını sömürmeyi bir zillet olarak görmüyor ki adam. Bu onun için bir başarı. İcat ettiği yeni kavramlar da var. İslamafobi ve İslami Terör(!). Geriye ne kalıyor? Bu insanları yeryüzünden silmek veya ebediyen köleleştirmek. Kaynakları kendine ayırıp, bu kölelere zırnık koklatmamak, önüne attığı birkaç dilim ekmekle yetinmesini sağlamak. Çünkü onlar terörist ya da potansiyel terörist. Ne hakkı var ki iyi yaşamaya? Bu da o çocuklara emperyalizmi şirin göstermek için sundukları diğer argümanları.
Zaten övündüğü bir şeyi niye gizlesin? Değerlerini yitirmiş, tamamen çıkarlarının peşinde olan destekçileri de var nasıl olsa her ülkede. Bu insanlar gizli anlaşmaları bilse ne olur bilmese ne olur. Zaten anlaşmanın içinde. Onun için her türlü gerçeğin ortaya çıkmasına rağmen bu emperyalleri savunmaya veya aklamaya çalışıyorlar. Vazifesi o. Siz Vietnam’ı gemimi batırdı diye işgal eden ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan ABD’nin, aslında gemisini kendisinin batırdığını başka kaynaklardan öğrendiğimizi mi düşünüyorsunuz? 11 Eylül’le ilgili gerçekleri kimden öğreniyoruz? Yine bizzat kendinin servis ettiği bilgilerden. Çünkü zaten saklamanın imkanı yok ki. İsrail de saklamıyor artık, ABD de, AB de. Çünkü bu çağ bilimde, teknikte, iletişimde hızla ilerlediği gibi; çürümede ve yozlaşmada da hızla ilerledi. Mesela milyonlarca insanı katletmek, güçlü iseniz, sizi enterese etmiyor. Güçlüyüm yaparım, hakkım diyor adam. Hesap da vermiyor. Ama sana olmayan bir şeyden dolayı yüzyıl öncenin hesabını sormaya kalkıyor. Kibir, zulüm ve haksızlık en büyük nişanları. Hal böyle olunca da saflar iyice netleşti ve giderek de sıklaşıyor.
Bu yüzyılın artık hiç tereddüt etmeden adını koyabileceği bir mücadelesi var. Hak ile Batıl. Evvelki dönemlerin de argümanı olan fakat insanlar bu kadar saflarını aleniyete dökmediği için tam olarak anlamını bulmayan bu mücadelede artık sona gelindi.
Bu tufandan önceki son dönemeç, kıyametten önceki son çıkış. Bizim bütün ayrıntılarımızın (din, dil, etnik köken vs.) ötesinde, sahnede bu mücadeleyi sürdürenlerin şahsiyetlerinin de çok ilerisinde, çok büyük ve çok kutsal bir anlam ihtiva ediyor bu mücadele. Tarafın biri Hak çünkü. Bu kadar net tablo. Diğer tarafın kim veya kimler olduğunu sallanan bayraklardan öğrenebilirsiniz. Kafası zerre kadar karışan varsa Hak mücadelesinde, bu ayrıntı bile yeterli. Çünkü o kadar önemli ki. (Mesela ben inanılır gibi değil diye diye günlerdir kendime gelmeye çalışıyorum.)
Kibir ve zalime karşı “hasmı benim” diye buyuran Rab, buna müsaade eder mi? Kibir ve zulüm emperyalizmin en büyük iki vasfı değil mi? Şu yaşadığımız son birkaç yılda tüm bunların ve maşalarının ipliğini pazara çıkarıp, hepsini bizim gözümüzün önüne sermedi mi? Herkes safını seçsin diye mühlet vermedi mi? (Siyasi taraflıktan asla söz etmiyorum.) Mücadele edilen konularda en solcu olarak görünen biri bile inisiyatifini vicdanından dolayısıyla Hak’tan yana kullanmadı mı? Demek ki bu noktada insanların alt kimliklerinin ve ideolojilerinin hiçbir önemi yok. Mesele çok büyük ve çok genel.
Ne bekliyoruz öyleyse saf seçmek için? Güneşin doğudan batıp batıdan doğmasını mı? Ne ikna eder bizi burnumuzun dibinde emperyalizm ve zulmün bayrakları açıktan sallanırken? Bu fırsatı da kaçırırsan “kul” olarak hangi gerekçeyle çıkacaksın huzura? Sabaha kadar kıldığın namaz akşama kadar tuttuğun oruçla mı? Bunlarla kandırabilecek misin Yüce Rabbi? Onlar perçemlerinden tutularak cehenneme sürüklenirler buyuruyor Rahman. Emperyalizmin, kibrin ve zulmün bayrağını sallarken Müslüman kardeşinin topraklarında nispet yapar gibi, o sakalından tutulup cehenneme sürüklenmeyeceğini mi sanıyorsun? O sakal kurtaracak mı seni?
Ez-cümle saflar net ve belli. O karşımızdaki ne sakal ne de şekil. Özündeki küfür. Küfür de tek millet.
Bu yüzden kaybedecekler. Bir tarafta Hak var çünkü.