Tanrıların varlığının yanlışlığı ta Antik Çağlarda kabul edilip Tanrıların tek Tanrı’ya indirilmesinin ardından, insan Tanrı’nın yokluğunu değil de varlığını ispat etme çabası içine girmiştir. Ta o çağlarda mutlak bir gücün varlığı ve bu gücün tek olması gerektiği ortaya konmuştur fakat bu gücün ispatı noktasında çeşitli ayrılıklar, sonrasındaki çağlar boyunca da yaşanmıştır. Bugün modern çağ öğretilerinin bir kısmı da bu mutlak ve tek gücü kabul ediyor fakat ispatlamaya çalıştığı için ya “evren”i (cosmos) ya da doğa kurallarını merkeze alıyor. Diğer kısmı ise zaten Tanrı inancına sahip. Antik çağ olsun modern çağ olsun düşünen ve akleden insanların çoğunluğu evrendeki ve yeryüzündeki bu düzeni sağlayan bir gücün varlığından emin ve hemfikirdi. Sorun akılla bunu ispat çabasına girmeleriydi. Sorun diyorum çünkü kabul edilen bu kadar büyük bir gücün aklın sınırlarıyla kavranamayacağı aşikar. Akılla beraber başka şeyler de gerekli. İşte bunu bize sağlayan vasıtanın aracı ise vahiy ve vahiyle beraber bize ulaşan bilgiler ve sistematik olarak bir öğretinin bütününü oluşturması bakımından da “din”.
Hakikaten sorgulama biçimlerini takdir ettiğim, gerek Antik Çağ gerek Modern Çağ filozoflarının tek şanssızlığı bu noktada İslamiyet ile tanışamamış olmaları. Örneğin Kant, ne deist ne de ateisttir. Fakat ömrü Hristiyanlığı akli ve ahlaki bir zemine oturtmaya çalışmakla geçmiştir. Tanrı vardır ve bir Tanrı varlığının kabul edilmesi gereklidir fakat bu Tanrı nasıl olur da İsa’nın babası olur? Öyleyse İsa’nın ölmemesi lazımdır. Tanrı nasıl ölür? İçinden çıkılmayan bunun gibi bir takım saçmalıkları(Tertullian: “Tanrı’nın oğlunun ölmesi tamamıyla saçma olduğu için ancak inanılabilir.”) mantıksal bir düzleme çekmeye çalışmak ne derece başarılı olursa, Kant’ta o derece başarılı olmuştur. Hristiyanlığı akılla beraber (çünkü ahlak Kant’ta akılla vücut bulur) ahlaki bir zemine oturtmanın yollarını arayıp, yeni bir din inşası çabasındadır. Kant’ta nasıl Tanrı’nın var olduğu düşüncesi mevcutsa, din de gereklidir. Bunu yazdığı bir kitabın hizmetçisinin okuması sonucu, hizmetçisi sarsılınca yeni bir kitap yazarak ortaya koymuştur. “Yalın Aklın Sınırları İçindeki Din” Kant’taki var olan Tanrı anlayışı sıradan insana hitap etmez. Kendisi Tanrı’nın var olması gerektiğini kabul ettiği halde anlattıklarının aşkınlığı, asıl meseleyi anlaşılmaz kılıp sıradan insanı imanından edebilir. Kant’ın bu bağlamda yine kendisine ait olan “ödev ahlakı”nı kendisinde de pratik edip, sorumlu davrandığını söyleyebiliriz. Çünkü kendisinin inanmaya devam ettiği ve fakat çok daha farklı boyutlarda açıkladığı bir inancı, yine kendi yüzünden başkalarının kaybetmesi doğru olmasa gerektir. Kant şöyle de der: “Akıl yoluyla kavranacak bir Tanrı mümkün olduğunda bütün ahlak çöker.” Ahlakla akıl bağlantısı kurmaya çalışmasının sebebi ve kendi ve diğer çağdaşlarının açtığı yaraların neticesi, olası ahlak çöküntüsüne karşı akılla ahlakı birleştiren yeni bir din (ya da Hristiyanlığın yeniden inşası) oluşturma çabası belki de bu endişeden kaynaklanmaktadır. Kant’ta Tanrı insanın en iyiye ulaşması içindir. Pratik akılla bilinemeyecek olan Tanrı’ya ulaşmanın tek yolu en yüksek iyi idealiyle mümkündür. Kaynağı ahlak olmayan bir din tapınmaktan başka bir şey içermez. Ahlaka dayanmayan din, tarihi ve resmi dindir, saf din değildir. Kant’ın bu yeni din anlayışında temelde insan vardır. Bir de sorusu? İnsan iyi olarak mı doğar kötü olarak mı? Kant bunu şöyle açıklar. İnsan günaha meyillidir. Sıradan bir aklın (yüksek ahlaka da ulaşamamış bir aklın) bu noktada toplumsal kurum olarak dinin yardımına ihtiyacı vardır. Kant’ın amacı şudur: Dinin bozulmuş yönlerini ayıklamak, dini ahlaki açıdan zenginleştirerek, din ile ahlak arasında bir çatışma olmadığını göstermek. Din olmadığı zaman (ya da akıl yoluyla kavranacak bir Tanrı mümkün olduğunda) ahlak çökecekse, din o ahlakla bütünleştirilmelidir. (Zaten bütündür fakat din adamları, ruhbanlar o bütünlüğü birbirinden ayırmıştır.) Kant’a göre özgürlük bir keyfiyet değil bilakis sorumluluktur. Fakat sıradan bir akıl bu sorumluluğu da doğal olarak anlamayacaktır. Öyleyse din elzemdir. Kant’a göre Tanrı’nın varlığını kabul etmekle bir insan iki türlü de kazanç içindedir. Hem bu dünyadaki davranışlarını düzene koymuş, ancak bir inancın ona sunabileceği mutluluğu (Tanrı inancı) yakalamış hem de ruhun sonsuzluğu durumu karşısında (Kant Tanrı ve ruhun sonsuzluğuna inanır, dediğim gibi deist ya da ateist değildir) ebedi bir mutluluğun kapısına varmıştır. Bu ikinci şey akılla açıklanamasa, akılla ispatlanamasa bile yine akılla tercih edilmesi gereken en hayati olasılıktır. Ya varsa? Fakat Kant’a göre bu ihtimal üzerinden hareket etmek de ahlaksızlıktır. Hatta Tanrı’ya mutluluk istemek için dua etmek bile ahlaksızlıktır. Mutluluk dua edilerek değil hak edilerek elde edilir. Öyleyse bu noktada şu soruyu sormak gerekir. Biz Tanrı’ya niye ibadet ediyoruz? Ona olan borçlarımızın ifası için mi, (din kelimesi etimolojik olarak Arapça kökenlidir ve borç anlamına gelen ‘deyn’ kelimesinden türetilmiştir) yoksa dünyadaki işlerimizi yoluna koyması için mi ya da en iyi olma idealine ulaşmak için mi? Bu bağlamda değil Tanrı’ya karşı dürüst olmamak, insana karşı bile karşılık bulmak ya da birileri görsün de statü sağlasın diye iyilik yapmak, Kant’ta ahlaksızlık olarak nitelendirilir. Öyleyse bizim en iyi olma idealimizi ne belirler? İyilik diyerek yaptığımız bir davranışımızın aslında ahlaksızlık olma olasılığının önüne ne geçebilir? “Niyet.” Kant insanın bunu kendi iç mekanizmasındaki (vicdanında) niyetine bağlı kılar.
Bana göre Kant bütün kuramlarını “Tanrı’nın ve ruhun sonsuzluğu” üzerinden, “Ya varsa?” üzerine şekillendirmiş, bu noktada son derece zeki davranarak o mühim çizgiyi şahsi dünyasında aşmamıştır. Üstelik Kant’ın kendi iç dünyasında anladığım kadarıyla bu “Ya varsa?” olasılığı bile yoktur. Onun inancı –yine bana göre- kesindir. Bu olasılığı kafası karışanları aydınlatmak için -fakat ağır bir dille- açıklama tercihinde bulunmuştur. (Bunların tümü elbette benim çıkarımlarımdır. Kelimesi kelimesine bu minvalde değildir açıkladıkları veya soruları.) Bunun böyle olduğu çıkarımına gitmemin sebebi ise Kant’ta iki türlü aklın olmasıdır. Pratik akıl ve teorik akıl. Kant insanda hiçbir duyulur kuvveye benzemeyen bir melekenin, bir gücün varlığından söz etmektedir. İşte bu pratik akıldır. Teorik akıl her şeyin ispatına gerek duyar. Fakat Kant’a göre bilhassa metafizik diye yorumlanan durumları teorik aklın ispata ya da deneye girişmeye kalkışması anlamsızdır.
Aslında Kant’ın bu söylediklerini bize çok önceden söyleyen bir din ve Peygamber vardır. Yukarıda vurguladığım gibi belki de Kant ve çağdaşlarının ve hatta geçmiş filozofların da şanssızlığı bu dinle yakından tanışmamış olmaları, tahrif olmuş din veya dinler üzerinden yorumlamalara gitmiş olmalarıdır. Kant’ın da işaret ettiği gibi eğer bir Allah inancı söz konusu ise bu tek başına yeterli değildir. Din bize bu inancın nasıl olması gerektiğini bildiren en değerli kaynak, metotlar bütünüdür. Çünkü İslamiyet temelli konuşursak, bu metotlar vahiy eksenlidir. İnandığını iddia ettiğin Allah’ın sözlerini yok saymanın kendisini de yok sayma ihtimalin yüksektir ve bu bağlamda bu sapış çelişkilerle doludur. Sana inanıyorum ama nasıl? Neyine? Hangi sözlerine? Soruları boşlukta kalacaktır. Ateizm bile bu noktada daha tutarlıdır. Ancak deizm dediğimiz sapışın tutarlılığından söz etmek mümkün olmayacaktır. Mevzunun muhafazakar camia içinde arttığı iddia edildiği için böyle yaklaşıyorum meseleye. Yoksa kimsenin inancı ya da inançsızlığı bizi alakadar etmemektedir. Fakat bu iddia edilen artış son dönemlerde yaşadığımız hadiseler bahane edilerek olmuşsa bundaki çelişkiler de göz önüne serilmelidir. Burada en başta sorulacak sorular şunlardır, sizin derdiniz İslam’la mı yoksa o İslam’ı temsil ettiğini düşünen bir kısım hocalarla mı? Siz kişiler üzerinden mi hareket ediyorsunuz, değerler üzerinden mi? Siz tüm umudunuzu, bütün inancınızı, bütün hayat felsefenizi bu şahıslara mı bağlamıştınız ki onların yanlışlarına şahit olunca sarsıldınız ve savruldunuz? Bir kadın yazar meseleyi iktidara bile bağlamış. İktidar deizmin artışına sebep olmuş. Niçin böyle söylediği çok önemli aslında ve Kant’ın ahlak vurgusunu da birebir karşılıyor.
Açarsak. Ne yaptı iktidar? Bazı dini görünümlü yapıların ipliğini pazara çıkardı. Bana göre Türk Tarihinin en hayırlı işlerinden birini yaptı böyle yapmakla. Hatta İslam’a da büyük hizmet etti. Çünkü kof bir imanı gözler önüne serdi. İnsanların nasıl şirk batağında yuvarlandığını, böyle yapmakla, bir adamın lafıyla hem ülkeyi işgal edilme noktasına getirebildiğini hem de sadık müritlerinin ahiretini de yıktıklarını ortaya çıkardı. Münafıklık ne demek ve ne derece tehlikeli olabiliyor milletin ve tarihin huzurunda bir kez daha kayıt düştü. Yapmasa mıydı? Soruyorum, insanların şahıslar üzerinden sahip olduğu inanç sarsılacak, bir kısmı iddia edildiği gibi deizme kayacaklar diye bunları ortaya saçmasa mıydı? Kafirlik nedir? Gerçeğin üstünü kapatmaktır. Bu gerçeklerin üzeri kapalı mı kalsaydı? Öyleyse ima edilen şey ahlaksızlık değil mi? Çünkü iktidar deizme sebep olduysa ancak bu gerçekleri ortaya çıkararak olmuştur, bu iddiaya göre. Yazarın demek istediği de budur basitçe. Eğer iktidar sebep olmuşsa, ipliklerini pazara çıkararak olmuştur. Çıkarmasa mıydı? Kof bir iman, münafıklık, deizmden daha mı az tehlikeli?
Bizim bu noktadan da hareketle önce insanı inşa etmemiz gerekiyor zannımca. Söz konusu çarpık düşünce biçiminden başlayarak, ziyanı yok maskeler birbirini ağırlasın ama gerçeklerin üstü kapalı kalsın diyen bu bakış açısıyla mücadele ederek başlamak gerekiyor meseleye. Şahıslarla ilgili kaygılarını sözde din kaygısıymış gibi lanse edenlerle, gerçeğin üstünün kapalı kalmasını tercih edenlerle başlatmak gerekiyor bu mücadeleyi. Çünkü bu bir zihniyet meselesi ve şahıslar değişse bile aynı arka zemine sahipler ve çoğu şey buradan türüyor. Deizm bile. Fakat kalkıp bu zihniyet kendine toz kondurmadan vebali üzerine almadan durumdan yine karşısındakini suçluyor. Bunu bir veya birkaç şahıs bazında değerlendirmiyorum. Genel olarak problem bu.
Bu yüzden bizim sağlam, savrulmayan, şahıslara odaklı değil değerlere odaklı yaşayan bireyler olma yolunda kendimizi her gün yeniden ve yeniden inşa etmemiz gerekiyor. İslam’ın bu inşaya ihtiyacı yok çünkü. O pırıl pırıl, bütün ihtişamıyla ve bütün aydınlığıyla sapasağlam ayakta duruyor. Kıyamete kadar da duracak. İster deizme kayılsın ister şirk batağında yüzülsün, ister sahtekarlar onu sömürdükçe sömürsün, o kendinden son derece emin ve dimdik. Özüne sahip olanın, künhüne vakıf olanın zaten savrulmayacağından emin.
Balmumu inançlarıyla güneşe yelken açanların deizme kaymaları da sanırım onu pek ilgilendirmiyor. Hemen eriyecek bir şey ona inansa ne olur inanmasa ne olur? Sonuçta kim kaybeder ki? İslam mı? Hiç sanmıyorum.
Şükürler olsun Allah’a ki bizi böyle aydınlık, güzide ve son vahiy diniyle buluşturdu. O aydınlığın bir katresini bile aydınlanma çağının bütün filozofları yakalayamadı. Çünkü eksik olan ve hep eksik olacak, bu eksiklikten dolayı da cevabını asla bulamayacakları bir sır vardı: İman. İmanın da amentüsü.
İşte deizm bu yüzden sakat, benim güzel muhafazakar kardeşim.