Eğer kuvvetim yetse benim
Rıhtıma koşarım yalnayak.
Halatlarını bütün gemilerin
Bıçağımla keserim.
Cahit Külebi
Büyükşehir metroları her zaman çok ilham verici olmuştur benim için. Belki her gün gördüğümüz, belki de ömrümüz boyunca bir daha bedenlerimizin hiç bir yerde kesişmeyeceği yüzlerce, binlerce insan ve bu insanlarla yapılan dakikalarca yolculuk.
İlham kaynağı bunca insan mıdır ya da bu yolculuklarda kişinin kendine bile yabancılaşmasıdır bilinmez. Belki de insanın, özüne dönecek kadar çevresindekilere karşı duyarsızlaşmasıdır en kısa tanımı ile çünkü kişi ancak bu kadar kalabalıkta tam anlamıyla yalnız kalabiliyor ilginç bir şekilde.
İnsanlar birbirlerini yolculukta tanır derler ya! Sanırım kişi kendini de bu kısa ama kalabalık yolculuklarda tanıyor. İnsan kalabalıklarda o kadar yabancılaşıyor ki; kendine ve etrafındakilere, uzaktan bakma şansı elde ediyor bütün bir ömre, ömrüne. Yine bir başka açıdan bakmak gerekirse; yalnızlıkta, zaman, sadece ve sadece kişinin kendisi için akarken, kalabalıklarda herkes için akıyor. Bu yüzden belki de metrolarda geçirdiğimiz 25 dakika aslında binlerce dakikaya eşitmiş gibi etki yaratıyor üzerimizde ve iz bırakıyor ruhumuzun derinliklerinde.
Yani ki; yeterince kalabalıksa ortam, sessiz sakin bir ormanın, bir su kenarının, bir uçurumun yarattığı etkiyi yaratıyor insanın üzerinde ve insanı kendine yönlendiriyor. Ve insan belki de Cahit Külebi gibi gemileri bile özgür bırakmak istiyor işte o vakitlerde.
Her özgür bırakacağımız gemi, sistemle bizi bağlayan bir bağı kesmek gibi geliyor belli ki, ama çoğu zaman kuvvetimiz yetmiyor yine şiirdeki gibi.
Yine bir metro seferi ve hayatımda toprağın altında geçirdiğim bir 25 dakika. Yakılıp suya külleri savrulmayacak insanlar dışında, sonsuza kadar toprağın altında toprağa karışacak bedenlerimizi, yaşıyorken yer altına çekme çabası neden?
Bir tür alıştırma mı acaba tüm bu yolculuklar. Belki de bedenimize değil de ruhumuza oynuyorlar. Büyükşehir insanı en az 1 saatini toprağın altında geçiriyor. Geriye kalan saatlerini de dört duvar arasında geçirmesine rağmen yine de kendini özgür olduğuna ikna edebiliyor. Dahası, doğrusunun kendi yaşantısı olduğuna o kadar inanıyor ki; özgürlük teriminin anlamı değişiyor zihinlerde.
Özgürlüğün onun inandığı şekilde olmadığını söyleyenleri de sonsuza kadar cahilliğe mahkum ediyor. Bu duruma kısa bir örnek vermek gerekirse; özgürlüğü istediğini yapabilmek, istediği yere gidebilmek, istediği şeyleri satın alabilmek olarak algılayan insan, gitmesi gereken yerlerin ya da gitmeyi istediği yerlerin bir kurgudan ibaret olduğunun farkına bile varmıyor.
Her yazımızda bu kurgudan bahsediyoruz belki, ama asıl özgürlüğün bu kurgulardan bağımsız olduğumuz anlarda gizli olduğunu anlatmanın bir yolunu arıyoruz nitekim. İnsan nereye giderse gitsin, ne satın alırsa alsın; aslında aynı evrenin dokusu üzerinde bir sağa bir sola dönmekten başka bir şey yapamıyor. İşte bu mahkumiyeti içinde bir yerde öyle yoğun hissediyor olmalı ki, kendisini asla tam anlamıyla özgür hissedemiyor, özgürlüğü içine sindiremiyor. Ama yine de özgürlük mücadelesine devam ediyor.
Tüm bunlara rağmen kırsal hayatı yaşayan insanlarda özgürlük mücadelesi anladığımız şekilde işlemiyor. Köy hayatını yaşayan bir insanı özgür olmadığına inandıramazsınız. Çünkü gökyüzü herkese eşit uzaklıkta olsa da o, gökyüzüneherkesten daha yakınyaşıyor. Kendisi dışında hiçbir şeyin mahkumu değil.
“Kendini besleyebilen biri, sosyal bir sistemin kendini korumasına daha az ihtiyaç duyar" diyor bir dostum sohbet esnasında ve ekliyor, “modern yaşam tamponlar yaratıyor bizi doğadan bağımsız kılarken kendine bağımlı kılıyor.”
"Sistemden bağımsız olmak acaba gerçek özgürlük müdür?" diye düşünmekten kendimi alamıyorum kalabalıklar içinde, gökyüzünü göremediğim bir yerlerde. Kırsal kesimlerde yaşayan insanların ne insanlara güzel görünmek gibi bir kaygısı vardır, ne de zengin olmak gibi bir takıntısı. Özgür olmayı düşünmez bile diye geçiriyorum içimden çünkü kendini mahkum hissetmez ki. Şimdi sizlere bu çok cahilce geliyor değil mi?
Sistem, yazdırdığı sayfalarca kitapların bize hayatı öğrettiğini sanmamızı sağlar. Entelektüel ve donanımlı insanlar olduğumuza inandırır bizi. Düşünmek özgürlüktür der ama sistemin dışında olanı düşünüp takdir edince seni direk mahkum eder. Öyle bir sistem ki özgürlüğü çeşitli kavramlara sıkıştırıp her yerde işlerine geldiği gibi kullanır. Ancak tek bir hücremizden, sonsuzluğun uçsuz bucaksız sınırlarına kadar, her şey tek bir dokudan oluşmakta ise bu özgür olma çabası niye. Yada “özgürlük hiçbirşeydir” gibi bilgiye sahip olmak özgürlükten daha mı öte.
Robbins’in“Parfüm’ün Dansı” isimli kitabında Yunan Tanrıları, inananları kalmayınca ölüyorlardı. Özgürlük de hissedildiği sürece var olan bir yunan tanrısı mı acaba? Böyle düşünmekten kendimi alamıyorum çünkü sınırları o kadar belirsiz ki, bunca kişi, bunca ideoloji sürekli onu tanımlamaya çalışıyor. Çünkü tanımlamadan inanmak olmuyor. Son inananı kalana kadar yaşayacak bir mitten mi ibaret özgürlük yada sadece büyükşehirlerde mi böyle. Ve bu mitin kalabalık şehirlerde inananı kalmadı mı acaba? İnsanlar fark etse de etmese de özgürlük çığlıkları hep kalabalıklar içinden çıkmıştır. Çünkü bireysel alanımız daraldıkça ruhumuz özgürlük çığlıkları atmaktadır.
İnancı kalmayan insan özgürlüğü daha yüksek sesle arar belki bir yerden sesine karşılık verir diye. Verdiğini görmedim, görebilenlerde sukut içinde.
Kendi özgürlük tanımımızı yapabildiğimiz yazılarda buluşmak dileğiyle.