Rakamların diliyle neden EVET?

ZİHNİ ÇAKIR

Bir sistemsel değişimi oylamanın çok ötesinde anlamlar içeren 16 Nisan Anayasa Referandumuna günler kala uzak geçmişe çok fazla takılmadan, dün ve bugünü okuyup yarına projeksiyon tutmaya çalışmak daha sağlıklı olacak. Çünkü akıl oyunlarının ve oyuncularının en sevdiği şey uzak geçmişi sulandırarak geleceğe dair komplo teorileriyle yönlendirmektir kitleleri. Bu yönlendirmeyle de geleceğe dair plan ve projelerinin önüne çıkması muhtemel kitlesel bariyerleri kurulmadan yıkmayı yeğlerler.

Şüphe yok ki; Türkiye’nin kımıldaması bile pek çok kişiyi, gücü ve ülkeyi rahatsız eder. Bütün bu rahatsızlıkların getirdiği badireler teker teker atlatılarak, üstesinden gelinerek

yeni bin yılın girişine yepyeni bir Türkiye taşınmaya çalışıldı… Ancak algı operatörleri her şeyi sulandırarak zihin oyunlarına başvurdukları için bütün olayları bir yanlışın içinde ki doğrular gibi pazarladılar. Haliyle ülkenin bu badireleri atlatmasından yeni bin yılın eşiğine yepyeni bir Türkiye’nin taşınmasına kadarki süreç doğru anlaşılamadı bile.

Yakın dünü okumaya 28 Şubat’ın o ceberrut devlet nizamının toplumun kahir ekseriyetini ötekileştirip başkalaştıran ve dahi insanlara kılık kıyafet serbestisi vermek yerine bu serbestliği yaşamak için Ortadoğu ülkelerinin yolunu gösteren gerçekliğin hemen sonrasından başlayalım; 2001’den…  

2001’de kurulan, günümüze kadar girdiği bütün seçimleri açık ara farkla kazanan bir siyasi parti (AK Parti) ve yöneticilerinin sicillerine dair ne var ne yoksa okuduk, dinledik, izledik velhasıl her açıdan takip ettik. Kalemşörlerin savunması veya saldırısı altında algı operasyonlarına şahitlik ettik. Gün geldi düşmanları dost oldu, günün ertesinde dostları düşman...

Açık oy gizli tasnif garabetinin de adresi olan tek parti dönemlerini saymazsak, kesintisiz en uzun iktidar ömrü AK Parti’ye nasip oldu. Şimdi MHP ile birlikte Yeni Türkiye’nin ana omurgasını oluşturma sürecinin amiral gemisi olan AK Parti’li bu dönemi bütün aktörlerinin katılımıyla yeni baştan okuyalım.

Ancak günümüze kadar ki süreci sadece Erdoğan karşıtları-yandaşları çerçevesinde okursak, çok büyük bir çelişkinin içinde boğulmaya devam ederiz.

Patronlar kulübünden başlayıp köşe yazarlarına kadar herkes aslında Erdoğan üzerinden birbirlerine olan birikmiş kinlerini kusmak ya da yine onun üzerinden birilerine mesaj vermek için çırpınıyor. Taraftarı değil, tarafında görünüp karşıtlaştırabildiklerini linç etmekle meşguller.

Örneğin FETÖ’nün kumpaslarını gözden geçirdiğimizde karşımıza sadece engel gördüklerine karşı girişilen bir linç kampanyası çıkıyor. Toplumun vesayet ve cuntacı anlayışlarla yüzleşme sabırsızlığını konsolide ederek Ordu, İstihbarat ve Emniyet gibi devletin temel güçlerine karşı girişilen karanlık operasyonlarına derinlik algısı vermek için Doğu Perinçek gibi siyasetçiler, haysiyet cellatlığından sabık yazar tayfası ve bir kaç ilginç isim daha ekleyen kumpas çetesi deşifre olduğunda ise soluğu yurt dışında alıyordu. Özetle; yaşananlarda hepimiz oradaydık lakin yaşayanların hiçbiri de toptan masum değildi.

16 Nisan öncesi kafaları bulandırmak için manipüle edilen bütün bu girift ilişkilere kafa yormak yerine Yeni Türkiye inşaası sürecinin rakamsal verilerine göz atalım.

15 mart 2003’ten öncesine Yani Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığından daha geriye gidelim. Ancak rakamlarla oynayarak dalavere işlerine girmeyip, oran orantı hesabıyla bilimsel ve gerçekleri paylaşalım.

1990 ile 2000 arası Türkiye’nin ortalama enflasyonu yıllık bazda yüzde 69 iken, 2015’te yüzde 8.81 olarak gerçekleşmiş. Yani neredeyse 8 kat aşağı inmiş. Ve bu düşük enflasyon 10 yıldır Türkiye ekonomisinin gelişimini sağlamış. Ancak kara propaganda makinesinin algı operatörleri bu başarıyı Dünya Bankası memuru ve direktörü olarak dayakmayla işbaşına getirilen Kemal Derviş’in ekonomi programının mucizesi gibi pazarlamaya çalışmışlar. Ancak göreve geldiği 2001 ile 2002 arası enflasyon ortalaması yıllık bazda yüzde 49 olarak gerçekleşince ekonomiye çare olamayacağını anlayan Kemal Derviş, solu birleştirmeye karar vererek siyasi parti çalışmalarına ağırlık vermek zorunda kalmış. Ya da asli görevini yerine getirmesi için küresel patronlarının emirlerini bir tık öne çekmiş. Çünkü asıl hedef önce müthiş ekonomik başarı(!) sonra dizayn edilmiş ve halka yutturulmuş siyasi kuklalardı.

Bu arada Dünya Bankası ve IMF’e de bir parantez açmakta fayda var.

Erdoğan 15 mart 2003’te hükümeti kurduğunda bu kuruluşlara olan toplam borcumuz 23,5 milyar dolardı. 2013 yılına gelindiğinde ise IMF’ye olan bütün borçlar ödenmişti. Ama baştan dedik ya rakamlar üzerinden konuşarak akıl oyunlarına başvurmayacağız oran orantı kullanacağız diye. O zaman tabloyu derinleştirelim. Enflasyonun ortalamasının yüzde 66 olduğu 1990 ile 2002 arası 13 yıllık dönemde büyüme ortalaması ise yalnızca yüzde 3.2 olarak gerçekleşirken 2003 ile 2014 arasındaki 14 yıllık dönemde ise ortalama 4.8 büyüme performansı göstermiş Türkiye. Eminim şimdi kalemşörler bu verileri beğenmeyecek neden olarak da 2001 krizini gösterecekler. Ancak 2001 krizi yerel iken 2008 krizi bütün dünya çapındaydı ve biz o dönemi dahi rakamlardan saklamayarak büyüme oranlarına yansıttık. Dolayısıyla yerel krizde boğulan Türkiye’den, dünya çapındaki krizlerden etkilenmeyen Türkiye’ye doğru nasıl yol aldığımızı da görmüş olduk. Bu bahsi kapatmadan önce son olarak bir noktaya daha değineyim. Türkiye 2015’te en çok borcu olan ülkeler listesinde 285 milyar dolarlık borcuyla kendine 26’ncı sırada yer edinmişken, aynı listenin birinci sırasında Amerika, ikinci sırasında Japoonya, üçüncü sırasında Çin, dördüncü sırasında İtalya yer alıyor, hemen üstümüzde ise 431 milyar dolarlık borcuyla Yunanistan bulunuyordu. Pekala dünya ekonomi liginde birinci kim; tabi Amerika, ikinci Çin, üçüncü Hindistan, dördüncü Japonya ve beşinci Almanya derken Türkiye bu sıralamada ise 16. sıradaydı. Yani Dünyanın en büyük 16. ekonomisine sahip Türkiye, borçlular listesinde ise 26. sıradaydı. O zaman en fazla dış borcu olan ülke efsanesi sadece dedikodudan ibaretti. Her sabah paranın seyri veya benzeri programlarda detaylı olarak anlatılır ya doların seyri vesaire… Öyleyse değinmeden edemeyiz; dolar rekor kırıyor, kırdı, kıracak derken nasıl bir maskeleme yapıldığını da şöyle anlıyoruz: 2000 yılında asgari ücret yaklaşık 140 dolar iken 2015’te 440 dolardı. Yani döviz karşılığı olarak asgari ücret tam 3 kat artmıştı. Yıllık ise 5280 dolar net maaş demekti. Bir dakika hani oran ve orantı hesabı yapacaktık. Öyle ya, Türkiye’den daha fazla asgari ücret veren ülkeler de var. Ancak bunların gerek nüfusları çok düşük gerekse yer altı kaynaklarına sahip ülkelerdi.

Biliyorum neden bu verileri 2015 rakamları ile okuma gereği duydun diyeceksiniz. Çok basit; Türkiye, 2002’den sonraki 13 yıllık süre sonunda, sistemsel değişim ihtiyacını en çok bu yıl derinden yaşadı yeniden. Çünkü sistemin çok başlılık girdabı, ERDOĞAN’ın Cumhurbaşkanlığı’na Ahmet Davutoğlu’nun da Başbakanlığı geçmesiyle birlikte yutmaya başladı istikrar ve güven ortamını. “Erdoğansız bir Türkiye ve AK Parti” heveslerinin bir yansıması olarak, kamu yönetimindeki uyum ve istikrarı ekonomi bürokrasisi başta olmak üzere bürokratik oligarşi çarkının esir aldığı bir dönem başladı 2015 Ağustos’unun sonu itibarıyla. Hükümet sistemindeki değişim arzusunun yeniden hissedilmesinden kastım bu.

Sistem, Erdoğan’ı kendi palazlandırdığı biri eliyle tasfiye çarkına dönüşmüştü. Daha ötesi tasfiye edilmek istenen Erdoğan’ın şahsı değil, onun şahsında vücut bulan millileşme ve yerlilik arzusuydu. Mevcut sistem içerisinde Yeni Türkiye’nin temel harcı yapılmak istenen millilik ve yerliliğin, sistemin kendini koruma refleksiyle tasfiye girişimi yeni bir hükümet sistemini, çok başlılıktan arındırılmış yeni bir yürütme modelini zorunlu kılıyordu.

Muhalif cephede toplanan ve CHP üzerinden yaratılan meşru zeminde tepişen FETÖ, PKK, DHKP-C, DAEŞ, AB, ABD’nin tutumuyla bir sistemsel değişim oylamasının çok ötesine taşınan 16 Nisan’da neyi oylayacağınızı şimdi daha iyi anladınız mı?

Yeni bin yılın eşiğine yepyeni bir Türkiye taşıma mücadelesi için dış müdahalelere çanak tutan mevcut sistem yerine Türk devlet geleneği ve toplumsal referansımıza daha uygun model için önünüze çıkan bu fırsatı tepecek misiniz hala?

Hiç kuşkunuz olmasın ki 16 Nisan’da bu fırsatı kimi kişisel öfke ve muhaliflik gerekçeleriyle tepmeniz durumunda, yeni bir fırsata imkan vermeyecek belirsizlik ve kaosun kilidini kendi ellerinizle açmış olacaksınız.

Vicdan da karar da sizin…