Zaman her geçen gün insanın insanla olan irtibatını biraz daha eksiltiyor. Hiçbir şeye yetişemez hale geliyoruz. Sürekli bir telaş, bitmeyen koşuşturmacalar ve ne olursa olsun kazanma hırsı…
İnsanların birbirlerine eskisi kadar ayıracak vakitleri yok artık. Önce televizyonlar girdi insanın insanla arasına. Bir renkli camın önünde düşünmekten uzak dedikodular, sürekli kendini tekrar eden ve izleyenlere duygu boşalımlarından başka hiçbir şey vadetmeyen kurgusal diziler…
Sonra cep telefonları… Tuşlu telefonlara sahip olduğu için kendisinde ayrıcalık hisseden yaş grubu ile dokunmatik telefonlardan dünyanın her yerine ulaşabilen ancak bir tek kendisine ulaşabileceği yolları kapatan nesil arasındaki kısacık zaman farkı. Sanal âlemin vadettiği yalancı gerçeklik içinde kendini kaybetmeyi sosyalleşmek sanan ve bırakın en yakınındakilerin dünyasında olup bitenleri fark etmeyi, kendi gerçekliği içinde her sabah gördüğü bahçesindeki akasyanın tomurcuklanmasından dahi haberdar olamayan yeni nesil… Duygulardan uzak sahte hissiyatlar ve insanı kendisi olmaktan çıkaran anlık duygu devinimleri. Kendi gerçekliğinde bir türlü kendisi olamayan bir neslin sanal bir dünyada kendini maskeleyerek yeni bir ENE yaratmakla kutsadığı kimliği…
Ve iletişim çağı… İnternet, facebook, twitter, instagram ve nice sosyal medya ağları… Değişimi bu kadar hızlı karşılayabildiği için kendisini takdir edecek kendisinden başka bir varlık icat edemeyen insanlık… Yapay dünyanın, insanı kendisinden başka bir şeye dönüştürme hikâyesi. Artık en çok sevdiklerimizi söylediklerimiz en çok ilgilendiklerimiz değil. Yalan söylediğimizin bile farkında olmadığımız sahte bir gerçekliğe teslimiyet içindeyiz…
Ve insan… Kayıplarına yeni kayıplar eklemekten memnuniyet duyacak kadar kendinden uzaklaşan insan. Söylediği sözlerine çoğu zaman kendisi bile inanmakta güçlük çeken, cebini doldurmak için sarf ettiği zamanın onda birini, hatta yüzde birini dahi zihnini, kalbini, gönlünü neyle beslemesi gerektiği konusunda düşünmeye vakit ayıramayacak kadar sahte yoğunluklar içinde bocalayıp duran insan…
Paha biçilmez yalnızlığını bir övünç kaynağı olarak kendisine kabullendirmiş olan zavallı insan. Ayrık otlarının arasına serpiştirilmiş birkaç gülün tabiata bıraktığı farkındalık kadar bile kendi hayatında bir fark yaratamayan zavallı insan. Sözlerinin manasını yaşamaktan uzak, yalnızca süslü cümleler kurmak için kelimeleri yoran, yıpratan ve kirleten insan… Acınası dünyasında varsıl düşler ülkesinden yoksul yaşamlara kendini sürgün etmeyi marifet sayan zavallı insan…
Biz yani, kendimiz olmanın çok gerisinde kendimize gelmenin ise biraz ötesinde yaşamayı büyük bir marifetmiş gibi kabullendiğimiz o büyük benlik esareti. Kibir putlarının baştanbaşa ele geçirdiği ruhumuzun bütün kıvrımlarından gerçeklikler bize seslenirken, biz nasıl oluyor da yalandan avuntularla kendimizi hayata pazarlayabiliyoruz? Bu ne ucuzluk dostum, bu ne ucuzluk böyle? Kitapların satır aralarından geçmiş yaşamların deneyimleri çığlık çığlığa bize doğru koşarken biz hangi dağın güneşine yaslanmayı umut ediyoruz da o içimizi ısıtacak insanlık nağmelerine sırtımızı çevirebiliyoruz?
Peki ya yol arkadaşlığı? Nedir bizi yola çıktığımız insanların samimiyetinden uzaklaştırıp müptezellerin soytarılıklarına teslim eden şey? Sahip oldukları makamlar olmasa sokakta bir selam verenlerinin dahi bulunabileceğinden şüphe duyulacak insanların riyakâr ve yalancı dünyalarına bizi koşar adım sürükleyen o dünyalık beklentiler değil mi zaten? Oysa insan, kendi gerçekliği içinde dahi yeterliydi kendine. Kalbinin çatlaklarından kan sızdıran dostların samimiyet ve içtenlik dolu yaklaşımlarına sırtını dönüp paranın ve üçkâğıdın taşıyıcı virüslerine bulaşmak belki yalancı bir rahatlık verebilir insana; lakin vicdan terazisinde tartılmamış hangi gerçeklik insanı sonsuz bir mutluluğa götürebilir?
Edward Said Oryantalizmin insana bakışını ele alırken Batı’nın değerler içinde değersizleştirdiği kavramların kirli dünyasına sokmadı zihnini. Keza Gazali de insanı anlatırken Doğu’nun o mistik havasını kelimelerden uzaklaştırmadı. Kim bilir, belik de azmini bilgiye, bilgisini vicdanına yar etmemiş insanların ham dünyasında boğulup durduğumuz için unuttuk Oryantalizmin İnsana anlattığı yol arkadaşlığı hikâyelerini de…
Yola çıkmak ne ki? Senden alabileceği bir şey olduğuna inansın yeter ki insanlar. Dünyalık teminlerin ve faydaların esiri olmuş insanlarla kolaydır yola çıkmak; asıl mesele yolculuğun zorlukları karşısında yol arkadaşlarının ne kadar dayanabileceğidir. Kutlu bir dost anlayışına sahip insanlar kedilerini satanlara değil, onların da bir fiyatlarının olduğuna üzülürler sadece. Öyleyse şunu söylemek de mümkündür, amaçlarda, hedeflerde bir kutsiyet yoksa bütün yolculuklar kovulmuş şeytanın eşlik ettiği zavallı insan hikâyelerinden öte geçemeyecektir.
Her şey, her söz bir yönüyle insanı işaret eden levhalar gibidir aslında. Tarifi mümkün olmayan duyguları heba edenler basit kelimelerle kendilerini tarif ettiren insanlardır bir bakıma. Ve sonra insan da basitleşir insanı ve olayları anlatan kelimelerin kutsiyeti kayboldukça.
Geriye ne kaldı dersen, yolculuğun hakkını vermek kaldı derim. Yoldaş olmanın, yola ram olmanın ve yolculukları meşke çeviren değerleri terk etmeyen insanlara dokunabilmenin derin hazzını hissedebilmektir bundan sonraki mesele. Bizim yenilgimizin sebebi diploma sahiplerinin kelime kalabalığı yaptıkları dünyalarını bir şey sanıp ilim, samimiyet ve dürüstlük kavramlarını ilke edinen bilgili yahut ümmi kimseleri görmezden gelişlerimizdir.
Mazeret yok, yolda olmanın hakkını vermek kişinin kendi meselesidir. Sebeplere sığınıp kusurlara düşenlerin hali daha acınası bir dünyanın kapılarını aralar çünkü insana…
Peki, birlikte yola çıkarken ölümü referans gösterecek kadar ağır sözlerle mertlik satanlar bir süre sonra aramızda değillerse aynalara bakıp “Öyleyse katil kim?” diye sormayacak mıyız?