Samsun'da kadına şiddet sonrası taktığınız maske, İzmir'de 10 yaşında bir çocuğa zulme kör kaldığınızda düştü maalesef

ZİHNİ ÇAKIR

Sosyal ve dijital medyanın yaygınlaşmasıyla inen maskelerimiz, meğer pandemi sebebiyle zorunlu kılınan maskelerden milyon kat daha örtücü daha muhafaza ediciymiş.

Üzülerek ifade etmek gerekirse; dün, toplumsal ve siyasal riyakarlığımızı, kamusal vicdanımızı, insani reflekslerimizin sahteciliğini, mağduriyetlere yönelik tepkilerimizin yapmacıklığını örten o “maske” bir kez daha indi.

25. sene-i devriyesinde, 28 Şubat zulmüne dair süslü cümlelerle ahkam kesmemizin üzerinden sadece 4 gün sonra, İzmir’de, henüz 10 yaşında bir kız çocuğu, başındaki örtü yüzünden okul idaresi ve öğretmeni tarafından ötekileştirilmişti.

4. sınıf öğrencisi H.N.H.’nin başındaki örtü, “diğer öğrencilere kötü örnek olacağı” gerekçesiyle önce (4 Mart) bir öğretmeni tarafından açtırılmış, ertesi gün (5 Mart) aynı öğrenci, okul idarecisi tarafından güvenlik kulübesinde bekletilmek suretiyle okula alınmamıştı.

Her haberci gibi, olayı öğrenir öğrenmez, doğruluğunu araştırıp ailenin Avukat Yakup Gülcan vasıtasıyla tarafımıza ulaştırdığı video ve detayları haberleştirmiştik.

Haberimiz üzerine Milli Eğitim Bakanlığı harekete geçerek, “okul yöneticisi ve olayda adı geçen öğretmeni açığa aldığını ve inceleme/soruşturma açtığını” duyurdu.

Tam habercilik görevini yerine getirmenin huzurunu yaşayacakken, bu kez de başındaki örtü zorla açtırılan ertesi gün de okula alınmayan 10 yaşındaki çocuk ve annesinin dün gece (6 Mart) saat 23:20 sularında, Bayraklı İlçe Emniyet Müdürlüğü Gümüşpala Karakolu’ndan gelen polislerce Savcılık talimatıyla ifadelerine başvurulmak üzere karakola götürüldüğü haberini aldık.

Aynı saatlerde görüştüğümüz ailenin Avukatı Yakup Gülcan, gecenin o saatinde 10 yaşındaki bir çocuk ve 3 çocuğa bakma mücadelesi veren bir annenin, polis marifetiyle karakola götürülmesinin bir nevi mobbing olduğunun altını çiziyordu.

Nihayetinde Avukat Gülcan bu tespitinde haklı çıkıyordu; zira anne S.P., “ben bunlarla uğraşamam Avukat bey” diyerek, kızına yönelik zulme imza atanlardan şikayetçi olmadığını, karakoldaki ifade tutanaklarına geçiriyordu.

Olayın geliştiği saatlerde, Samsun’da bir caninin, eski eşine hem de 5 yaşındaki çocuğunun gözleri önünde uyguladığı şiddet görüntüleri sosyal medyaya düşüyordu.

Ne İzmir Bayraklı’da yaşananlar ne de Samsun’da yaşananlar insan vicdanına sığacak, toplum vicdanında kabul görecek şeyler değildi. Hele siyasi vicdanın ikisini birden şiddetle reddetmesi gerektiğine inanıyorduk.

Ne var ki; kadına şiddet denildiğinde doğrudan iktidarı ve muhafazakar-mütedeyyin siyaseti hedef alanların sosyal medya baskısı, İzmir’de muhafazakar-mütedeyyin siyasete yönelik gözdağını, meydan okumayı unutturmuş, muhafazakar mütedeyyin siyaset cephesini, Samsun’daki şiddet olayından kaynaklı saldırılar karşısında defansa sürüklemişti.

Bakanlar, milletvekilleri, il ve ilçe başkanları, Samsun’daki şiddet vahşetini kınama yarışına girerken, İzmir’de üstelik 10 yaşındaki bir kız çocuğu mağdur edilerek gelişen kendilerine yönelik bir meydan okumaya hem kör hem sağır kaldı.

Kimsenin onlara, “Samsun’daki o vahşeti niye kınadığınız” dediği yok.

Ancak en azından Samsun’daki vahşet için sırf karşı cepheden gelen saldırılara defans yapmak için gösterdikleri hassasiyet ve duyarlılığı, İzmir’de hem de onlara yönelik meydan okuma, gözdağı ve rövanş hamlesinin mağduru olan 10 yaşındaki çocuk ve annesi için de gösterebilselerdi keşke.

Bu ülkede (kimseyi kategorize etmek istemem ama) muhafazakar mahalle siyasetçileri ve “kanaat önderleri”nin, seküler yaşam biçimini tercih edenlerin maruz kaldığı küfür, hakaret, şiddet, taciz ve tecavüz olayları karşısında gösterdiği hassasiyeti, kendi mahallesinde bilhassa da başörtülülerin uğradığı haksızlıklar, hukuksuzluklar ve zulüm karşısında gösterememesinin sosyolojik, psikolojik ve hatta antolojik sebepleri ciddi anlamda araştırma konusu edilebilir.

Sırf muhafazakar siyasete, AK Parti ve MHP’ye destek verdikleri için her gün içinde siyasetin aktif isimlerinin de bulunduğu binlerce sosyal medya kullanıcısının küfür, hakaret, tehdit ve iftiralarına maruz kalan kadınların sahipsiz bırakılmasına tanık olurken, aynı ahlaksızlığın seküler yaşam biçimini tercih eden kadınlara yapılması durumunda önce muhafazakar siyaset önderlerinin tepki vermesi ciddi anlamda düşündürücü.

Özetle; artık siyaseti de esir alan toplumsal riyakarlığımızı, kimliklere göre refleks veren kamusal vicdanımızı, “mahalle ayrımı” gözeten insani reflekslerimizin sahteciliğini, mağduriyetlere yönelik tepkilerimizin yapmacıklığını örten o “maskeler” her gün bir kez daha düşüyor.

Düşünsenize; dijital ve sosyal medyanın açık ettiği riyakarlığı, değil 3 katlı, 5 katlı meltblown filitreli maskeyle örtebilir miydik?

Kamusal vicdanın kaybolmuşluğunu, el değmeden üretilmiş full ultrasonuc meltblown filitre kumaşlı maskelerle kapatmamız mümkün müydü?

İnsani reflekslerimizin, sosyal ve dijital medyadaki gündem yoğunluğuna göre öncelik sıralaması yapması gibi bir ayıbı 10 kat steril maske üzerine yüz koruyucu bile taksak örtebilir miydik?

Mağduriyetler üzerine gelişen tepkilerimizin şov ve başkalarına yaranma odaklı seyretmesi gibi bir utancı N95 maskeyle örtebilir miydik?

Demem o ki; bu denli “koruyucu” ve “örtücü” özelliğe sahip maskelerimiz varken pandemiyi önlemeye yönelik tedbirler kapsamında zorunlu kılınan maskeler elbette anlamını yitirir, her yeni bir olayla yitiriyor da.