Hepimizin taşıdığı endişelerin başında geliyor bu kışın kurak geçmesi. Allah’tan ümit kesilmez, inşallah beklenen yağışlar ülkemizin tüm bölgelerinde gerçekleşir ve toprak kana kana doyar suya. Malum. Her şey mevsiminde güzel. Yani bu beklenen yağışların bir sonraki mevsimde gerçekleşmesinin de başka türlü mahzurları var. Umutla bekliyoruz, yağmuru, karı ve rüzgârı. Evet, unutuyoruz belki ama taşıyıcı özelliğiyle rüzgârı da bu yağış türlerinin dışında tutamayız. Hepsi bir bütün olarak güzel.
Tıpkı tüm ekolojik sistem gibi.
Devletin zirvesinden de peş peşe çarpık kentleşme, lüzumsuz yapılaşma, dikey mimarinin son derece artması noktasında uyarılar gelince biz de rahat rahat yazabiliyoruz neyse ki bunları. Zira doğa alarm veriyor. Bu alarmları doğru okursak, ne âlâ. Aksi takdirde sonraki senelerde daha ciddi sorunlar yaşamamız kaçınılmaz olur. Başta tarım olmak üzere ülkenin kalkınmasında önemli yer tutan etkenler zarar görür. Ki tarım konusu maalesef başlı başına çok büyük sorunlarımızdan biri olmaya başladı bile. Bu mümbit topraklar bize yetip artacak yerde, dolayısıyla ihtiyaç fazlasını ihraç edeceğimiz yerde hemen her türlü tarım ürününü başka ülkelerden ithal eder olduk. Ona keza hayvancılığımızın da pek iç açıcı verilere sahip olduğunu söylemek biraz zor. Et ithal eden bir ülke haline gelmek de bu minvalde ayrı bir dram ve çok düşündürücü. Çünkü biliyoruz ki değil Cumhuriyet dönemi asırlardır bu topraklar tarım ve hayvancılıkla ayakta. Kaldı ki tarım tüm dünyanın tarihinin de başlangıç noktası. İnsanlık tarihi bugün ikiye ayrılıyorsa bu iki başlıkta toplanıyor genel manada. Tarım öncesi devir, tarım sonrası devir. Yani tarihin başlangıcı yazının icadından ziyade tarımın keşfi. Yazı daha teorik manada tarihçilik sınıflandırmasının izahı.
Neyse. Vurgulamaya çalıştığım noktayı sanırım anladınız. Tarım tüm insanlık adına dün de çok önemliydi, bugün de çok önemli, yarın da bu büyük önemini koruyacak. Hatta diyebilirim ki belki de zamanla en önemli konu haline gelecek. Öyle ki teknolojiyi bile geride bırakacak. Bunun için Nolan’ın “İnterstallar” filmine bile şöyle bir bakmanız yeterli. Üst metinde neler anlattığı bir yana alt metinde Nolan’ın tarıma yaptığı vurgu oldukça kayda değer ve günümüz insanının gafletine oldukça ışık tutucuydu.
Tarım ve toprağı birbirinden ayrı değerlendirmek mümkün değil biliyorsunuz. Tarım beton üzerinde yapılmıyor. Asfaltta da olmuyor. Geniş ve verimli toprakların önünüzde uzanması lazım. Gitgide bu alan daralsa da, ayrıca tarıma elverişli alanlar çeşitli yapılaşmalarla ziyan edilse de ve hatta zaten var olan tarımsal alanlar çeşitli girişimlerle kesilip biçilse de ya da bunu yapmaya teşebbüs edilse de hâlâ akıllanmamız için geç değil. Fatih ne demiş, “ülkemden bir ağaç kesenin başını keserim.” Kaldı ki o dönemlerde her yer ağaç orman. İşte, bu derece hassasiyetle yaklaşmak gerek meseleye. Bu hassasiyeti gösterirsek tarım ve hayvancılıkta geri dönüş hatta daha da iyiye gidiş mümkün hâlâ. Kuşkusuz Fatih bunu dediğinde Evliya Çelebi’nin bahsettiği ağaçları ve ormanları işaret ediyordu. Ne diyor Çelebi; “Ankara’dan Konya’ya bir insan daldan dala atlayarak gidebilir.” Rahmet olsun kendine, bu lafı herhalde ben biraz daha kahrolayım diye tarihe not düştü. Zira bahsi geçen yerler bozkır diye anılıyor şimdilerde.
Bir kere daha neyse.
Fakat şunu da not düşeyim, bugün geldiğimiz noktanın faturasını tek başına mevcut hükümete kesmek çok yanlış olur. Geride bıraktığımız koca bir Cumhuriyet Dönemi var ve maalesef yanlış politikalar, tarımı geri plana iten uygulamalar hep vardı. Bu noktada en büyük laflardan birini rahmetli Özal etmiş mesela. Şu minvalde sözler etmiş, “kırsalı tamamen bitireceğiz, herkesi şehirli yapacağız.” Dönemine göre alkışlanacak bir söz gibi gelebilir. Ve fakat kırsalı tamamen bitirirsen tarımı kim yapacak diye sorulabilir ve kırsalın -bu manada- gelişmemişlik gibi algılanmasının ne kadar yanlış bir bakış olduğu sorgulanabilir. Çünkü tüm ülkece atamadık üstümüzden bu manadaki şu kompleksi: “Tarım, köy, çitçi, hayvancılık bunlar gelişmemişlik göstergesi. Ne kadar çok şehirleşirsek o kadar gelişim sağlarız.” Şehirleşme nasıl olacak mesela Konya’da? Daha çok yol ve bina yaparak. Tahıl ambarlığı nerede kalacak? Tarihte. Gibi. Peki mesela Konya –ki dünyanın bilinen ilk toplu yerleşim alanıdır, insanlar avcılık toplayıcılık döneminden sonra tarımı ilk burada yaptı- hem şehirleşse hem de tarım konusundaki önceliğini muhafaza etse olmaz mı? Soruyu daha net sorayım, şehirleşme derken sizin anladığınız ne? Çünkü bakıyorsun, İngiltere’nin tarımla meşgul bir şehri hem çok modern, her şey var, üniversite bile, hem de zerre kadar tarım topraklarına dokunulmamış. Şehir bunların üzerine kurulmamış, şehir bunların etrafında kurulmuş. Öyle ki önemli bir devlet binasının hemen ilerisinde kocaman yemyeşil bir tarla var. Ve bundan da asla gocunmamışlar. Devlet binası da muhtemelen tarımla uğraşanların ihtiyaçlarına cevap vermek için kurulmuş. Muhtemelen biz bu ikisini asla yan yana getiremez, devlet erkanına ayıp olur diye(!) zamanla tarım arazisinin üzerine başka binalar yapardık. İngiltere’nin bugün Avrupa semalarını önemli ölçüde kirleten tek devlet olması ayrı bir başlık. Bir sürü gösterilere hedef olması da. Fakat adamlar sanayide de bir numara. Hiç olmazsa hem tarımı hem sanayii dengelemek için bir gayretleri var. Biz maalesef o dengeyi bir türlü tutturamıyoruz.
Geçenlerde birisiyle bu konuları tartışırken, ağzımdan şu cümleler dökülüverdi. Sonradan söylediğimi kendimde pek beğendim, çünkü karşımdaki dini konularda hayli yetkin bir isimdi, söylediklerim karşısında donup kalınca bunun bugüne kadar hiç düşünülmediğini ve hatta bu manada tefsir bile edilmediğini fark ettim. Bir soruyla başladı her şey. Dedim ki; “Niçin Yüce Allah melekleri Adem karşısında secde etmeye zorluyor? Adem’i bu kadar önemli kılan ne?” “İnsan olduğu için” dedi. İtiraz ettim. “Peki niçin Şeytan vasıtasıyla toprağa vurgu var? Diyor ki Şeytan, beni ateşten onu topraktan yarattın, ben daha üstünüm secde etmem. Bu vurgu niye?” “Allah itaatini deniyor” dedi. Amenna. Fakat belki bugüne kadar düşünülmedi ama bu mesele o kadar basit değil dedim. Ve ekleyiverdim; “Orada Adem nezdinde asıl secde edilmesi gereken toprak! Toprağa vurgu bu yüzden.” Dondu kaldı karşımdaki insan. “İşte” dedim “toprak bunun için bu kadar önemli. Önemli olduğu için ADEM’in yani İNSAN’ın tarihi de onunla başladı. İnsan toprağı keşfetti ve ömrünün geri kalanında hep onun karşısında eğildi. Eğilerek ekti biçti, baktı, yabani otlardan ayıkladı ve gözü gibi baktı. Eğilmesi gerekiyordu çünkü yaşaması ona bağlıydı. Bizim bunu yeniden hatırlamamız gerekiyor.”
Kuşkusuz boyumdan çok büyük bir laf ettiğimin farkındaydım. Bütün tefsirlerin aksine cürmüme bakmadan bir ayet-i kerimeyi kendi bakış açımdan yeniden ele alıyordum. Son tahlilde bu konularda akıl yürütmek için ben kimdim ki? Fakat Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’i ve dolayısıyla bütün kainatı, bizzat bana hitap ederek “oku!” buyurmuyor muydu? Okumuştum ve düşünmüştüm. Bu düşüncenin beni getirdiği nokta bu olmuştu. Bunda ne gibi bir sorumluluğum olabilirdi? Varsa da yine Allah’a sığınırım. Fakat bu konunun bir de böyle düşünülmesini ve tartışmaya açılmasını çok isterim. Toprağın mahiyetini ve Yüce Allah’ın bu noktadaki bize olan mesajlarını çok daha doğru anlayabilmek için. Son tahlilde toprağa hoyrat davranmanın bizi felakete sürükleyeceğini, bunun da büyük bir vebal ve günah olduğunu söyleyebilmek için. Bunun dini argümanının gayet açık olduğunu, bunu anlamamakta ısrar eden ve dindarlığı salt şekli bir takım yükümlülükleri yerine getirmekten ibaret sanan bazı dindar insanlara anlatabilmek için. Bu meselelerin çok ince ve hassas meseleler olduğunu görünenle yetinmenin bizi yanıltacağını ve daima görünmeyenin de peşine düşmemiz gerektiğini, Allah’ın da yüce dini İslam’ı bu şekilde anlamamızı istediğini bizden beklediğini açıklamak için. Ki bunun gibi daha ne çok mesele var bugüne kadar eksik yorumlanmış ve bugüne kadar sadece ezberleri terennüm edilmiş. Bir diğerinin görüşüne sıkı sıkı kapılar kapatılmış. Halbuki ne olur ülkenin entelektüel bazı –ziyanı yok solcu olsun- kafaları da bu konulara eğilse, Kur’an’ın özüne sadık kalarak yepyeni bakış açıları getirse? Kur’an Müslümanım diyen herkesin kitabı değil mi?
Yine de baltayı taşa vurmak istemem elbette fakat Toprak ve Adem konusuna ilave olarak benim tefekkürümün neticeleri yukarıda izah etmeye çalıştığım sözlerdir. Toprak konusunda, çevre konusunda çocukluğumdan beri taşıdığım sorumluluk duygusunu ve hassasiyetimi herkes bilir. Bu meselelerin üzerinde çokça kafa patlattığımı da. Dediğim gibi tün insanlığı doyuran ve bereketiyle sadece yeryüzüne has (diğer gezegenler tarıma elverişli değil) bu ilahi lütuf bu kadar basit değil. Üzerinde çokça kafa yormamız gerekiyor. Belki şunu da bugüne kadar düşünen olmadı ama merhum Akif, “bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı!” derken belki de benim söylemeye çalıştığım şeyleri de kastediyordu. Şüheda meselenin diğer boyutuydu. Bir diğer boyutu niye izahına çalıştığım mevzu olmasındı? Ya da ben böyle anlamak istiyorum. Fakat ısrarla vurgulamak istiyorum, Toprak ve Adem konusu çok geniş çerçevede ele alınmalı. Üzerine basıp geçtik hoyratça, Akif’i de dinlemedik bu minvalde, öldürdük üstündeki o ince tabakanın bereketini, içindeki börtüyü böceği (ki onların da çoğunun sayısız faydası var doğaya) ağaçları kestik, ormanları azalttık ve tüm dünya insanları olarak onu fazla küstürdük ama dediğim gibi geri dönüş mümkün hâlâ.
Çok geç olmadan “oku!” emrinden ele alarak yeniden başlamamız gerekiyor tüm her şeye belki. Belki de biz başta bu ilahi emir, birçok şeyi yanlış yorumladık. Bunun neticesi olarak da pratikte hayata fazla katkı sağlayamadık, üretimde ve gelişimde taklitten öteye gidemedik. Hep başkalarının okumalarının neticelerine muhtaç olduk. Bu minvalde belki de çoğu şeye karşı bakış açımızı temel prensiplere sadık kalarak kökten değiştirmemiz gerekiyor.
Bunun için de sanırım ilkin “kibri” yenmemiz gerekiyor. “Tamamdır, her şey açıklanmış, üzerine söz yok, benim dediğim doğrudur” yaklaşımlarından ve yaklaşımcılarına tabi olmaktan vazgeçmemiz gerekiyor. Çünkü bu yaklaşım katıksız kibirdir. Ki Rab sürekli düşünmeye akletmeye dolayısıyla yenilenmeye kulunu davet ederken. Şeytan kibri yenememişti ve toprağa secde etmedi. Biz de aynı hataya düşmeyelim.
Toprağın karşısında ne kadar eğilirsen o kadar mümbitleşir, o kadar cömertleşir. Sana bereketinden sundukça sunar. O da senin karşında eğilir. Yani aslında sen toprak karşısında eğilirken kendine eğilmiş olursun. Ama sen bunu reddedersen Şeytan’la aynı kulvara düşmen an meselesidir.
Bilmem anlatabiliyor muyum?