İçinde bulunduğumuz dönem ve şartları itibariyle ilkin kendime dair şahsi bir iki fikrimi paylaşayım da az sonra yazacaklarım dolayısıyla yazının tamamı bazılarının gözünde çöpe gitmesin. Malum. Niyet okumanın, bir şeyi ifade ederken “ben aslında” diye cümleye başlamak zorunda kalmanın, bir fikri ifade ederken, “ben öyle düşünmesem bile karşıdaki görüşe şu şu sebeplerden saygı duyuyorum” diye belirtmenin icap ettiği günlerdeyiz. Bunu siyasi dokundurma maksatlı söylemiyorum. Ayrıca siyasilerden de görüş ve düşüncelerimden dolayı ne bir eleştiri aldım ne de bir yaptırımla karşılaştım. Ancak içinde bulunduğumuz şu dönemde herkes her konunun uzmanı olduğu için önce kendimizi o herkese ifade edip, anlatmak durumundayız.
Nedir o şahsi bir iki fikrim? Hiçbir ek almadan yaşamaya çalışan bir insanım. Aksini iddia edenler, daha yeni köşe yazarlığına adım atmışken, yirmili yaşlarda yazdığım bazı yazılarımda vurguladığım düşüncelere bakabilir. Kısaca şudur o; “şu’cu, bu’cu ve Dünyalı”. Kapsamı en üst pencerede bu kadar geniş tutmakla birlikte, kendimi tanımlamak noktasında Türkçü değil de mesela TÜRK olmayı tercih ederim. İslamcı değil de mesela İSLAM olmayı tercih ederim. Yani kısaca Dünyalı bir Türk-İslam. Ha, “işte Dünyalı, Turan’a vurgu hadi hadi gizleme” filan diyenler olabilir. Ben de onlara o sizin hüsn-ü kuruntunuz yani güzel kuruntunuz der, geçerim. Bu böyle. Bugün, andımız tartışmaları sebebiyle, Türkçülük diye alıp verilen, üzerine hemen herkesin bilip bilmeden görüş belirttiği Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkmış bir fikir akımı var. Bugün bu minval üzere olan ben, eğer o dönemlerde yaşasaydım, mutlaka ve mutlaka bu fikir etrafında yer alır, bu düşünce ile birlikte hareket ederdim. Peki, niye?
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, çünkü bu fikir akımı vatanın kurtuluşunda en önemli dinamiklerden biridir. Önce Osmanlıcılık sonra İslamcılık fikirleriyle tebasını bir arada tutmaya çalışan Osmanlı Devleti bunda başarılı olamamıştır. Artık, tebası olan en küçük azınlıklar bile 1798’in devam eden etkileri ve büyük devletlerin kışkırtmaları ile başkaldırıp ateşli birer ulus-devletçi kesilince iki fikrî hareketin de etkisi tartışılır hale gelmiştir. Osmanlı aydınları, ki hemen hepsi ilk başta Osmanlıcılık fikrinin ateşli birer savunucusudur, bu tabloyu gördükten sonra şaşkınlığa düşmüşler hatta hayal kırıklığına uğramışlardır. Vatan şairi Namık Kemal mesela, Osmanlıcılık fikrinin en has savunucularından ve mimarlarındandır. Fakat aynı hayal kırıklığını o da yaşamıştır. Balkanlar’daki azınlıklar –en büyük hayal kırıklığına aynı zamanda çoğunluğu Müslüman olan Arnavutlar sebep olmuştur mesela-, diğer taraftan İslamcılık fikrinin Osmanlıcılık fikrine paralel, yazılarda nutuklarda hutbelerde yazılıp ön plana çıkarılmasına karşın (ümmetçilik) Müslüman Arapların isyanları, üstelik bunu bir gayrimüslimin, İngiliz’in kanatları altına girerek yapmaları yaşanan hayal kırıklığını büyütmüş ve başka yollar aramaya sebep olmuştur. Ve tüm bunlara bir tepki olarak Türkçülük fikrî akımı doğmuş, bu fikrin etrafında kenetlenen bir avuç Müslüman-Türk, Osmanlı’nın elinde kalan son teba Osmanlı devletinin de kurucusu, devletin asli unsuru Türkler ve Müslüman=Türk’ü anlamış ve destekleyen, bazı Türklerden daha Türk diğer unsurlar ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmaya kadar giden bir yolu takip etmişlerdir. Reçete işe yaramış, büyük bir imparatorluğu tek tek azınlıkları koparmak suretiyle parçaladıktan sonra son bir darbe olarak Anadolu’yu paylaşmak için gelen emperyalistler, geldikleri gibi gitmek zorunda kalmışlardır. Niçin önemlidir bu fikrî alt yapı? Aynı zamanda mütefekkir, şair ve yazar da olan dönemin son Osmanlı aydınları, gerek yazıları, gerek tiyatro eserleri gerek şiirleri ile halkta vatan millet şuurunun oluşmasında ve yükselmesinde çok büyük etkilere sahip olmuşlardır. Peki, Namık Kemal mesela niçin belli bir döneme kadar Türk demekten imtina etti? Niçin hep Osmanlıcılık vurgusu yaptı? Niçin hep Osmanlı ön plandaydı? Niçin bu durum sırf Namık Kemal’e has değildi de dönemin diğer aydınlarında da görülmekteydi? Osmanlılık onlar için ne ifade ediyordu? Bende bunun tek cevabı var. İnanın bilmiyorlardı. Ne gerçek anlamda tarihi, ne Türk’ün anlamını ne de kökleri. İnanın bilmiyorlardı. Osmanlı tarih yazıcıları ne hikmetse Selçukluyu bile şöyle bir lütfen yazıp çizip, neredeyse bütün tarihi Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren başlatıyorlardı. Misalen nerede Attila’yı bilmek, nerede Kürşad’ı bilmek nerede Mete’yi bilmek? Mutlaka bilenler de vardı ancak bunlar ne kaynak olarak ne de bilginin olgunlaşması ve yaygınlaşması noktasında yeterli olabildi. Peki tam da bu hayal kırıklıklarının ortasında bu kaynak, bu bilgi ve bu kök Osmanlı aydınını nasıl buldu? Buldu da küllerinden yeniden bir ankanın doğmasına nasıl sebep olabildi?
Bu noktada üç isim öne çıkar. Arthur Lumley Davids, Arminius Vambery, Leon Cahun. Üçü de Yahudi. Vambery, sonradan 2. Abdülhamid’e yakın dost olan, Macaristan’da ilk kez üniversitede Türkoloji bölümünü (1870) kuran biri. Türk tarihi ve kökleri üzerine çok değerli araştırmaları var. Vambery’nin Orta Asya Yolculukları adlı eseri (1858) Osmanlı aydınları üzerinde büyük bir etki bırakmıştı. Bu bir bakıma Osmanlı aydının da köklerine olan yolculuğuydu. Osmanlı aydını üzerinde büyük bir etki yapan diğer bir çalışma da aslen Polonyalı olan fakat daha sonra Müslümanlığı kabul edip, Mustafa Celaleddin adını alan Mustafa Celaleddin Paşa’nın 1869’de yazdığı Eski ve Modern Türkler başlıklı çalışmasıdır. Osmanlı aydınları üzerinde diğer etki bırakan eser Leon Cahun’un, Türkleri dünya fatihleri olarak nitelendiren, Finlerle Japonları da içine alan Turan kökenli halkların Keltlerden, Latinlerden çok önce Avrupa’ya geldiğini savunan eseri, Asya Tarihi’ne Giriş (1896)’tir. Osmanlı aydını 600 yıldan çok daha uzun, çok çok daha uzun bir tarihle yüz yüze gelmiş, Türklük artık övünülecek, mensubu olmaktan iftihar edilecek bir millet, hatta ne kadar eski bağ, o kadar kıvanç misali Türk olduğunu ispata girme, bunu vurgulama ihtiyacına sebep olacak bir kavram halini almıştır. Mesela 1870’lerden sonra öncelerde ısrarla ve ısrarla Osmanlılık diyen Namık Kemal, ilk kez yazılarında Türk ifadesini kullanmaya başlamıştır.
Ayrıca bu saydığım isimlerin bazıları, kimisi sonradan Müslüman olsun olmasın öncelikle bilim insanıdır. Yahudi asıllı Fransız gezgin Cohen mesela, ne mecburiyeti var Türklerin Avrupa’ya Latinlerden hatta Keltlerden daha önce geldiğini söylemeye? Bunu niçin yapmış olabilir? Vambery niçin Türklerin tarihini, köklerini ortaya çıkarsın? Ne gibi bir düşmanlık sonucu yapabilir bunu? Ki kendisi 2. Abdulhamid’e danışmanlık da yapmış. Kaldı ki Osmanlı aydınlarının aydınlanmasına sebep olmuş bu yöndeki eserler, hummalı bir çalışmanın kapılarını açmış. İslamcılık fikrini salık veren de Almanlardır. Bunlar üstelik bir de Türkçülük fikrini deneyin diye bu çalışmaları yapmamışlardır. Dönemin artan bilimsel çalışmaları arasında Türklerin kökenlerini de incelemeye almışlardır. Bir bilim insanı olarak bunları görmezden mi gelselerdi?
Bu soruları niye soruyorum ve bunları niye vurguluyorum? Bugün Türkçülük tartışmaları üzerinden vurgu hep buna çünkü. Herkes ispat yarışında, işte bu fikir Yahudiler yüzünden doğdu. Hayır efendim. Yahudiler birçok alanda bilimsel çalışmalar yaptıkları gibi tarih alanında da bilimsel çalışmalar yaptılar ve hızlanan arkeolojik kazılar, ortaya çıkan belgeler bilgiler neticesi diğer şeylere paralel olarak Türklerin çok eski tarihini de ortaya koydular. Bütün dünya tarihi araştırmacıları dünya tarihini incelerken, Türkler Osmanlı’dan ibaret mi deselerdi? Eskilere gitmese miydi? O bölüm boş mu kalsaydı? Sırf bu çalışmaları Yahudiler yaptı diye illa altında bir art niyet mi aramak gerekiyor? Bilakis art niyet aramamızı gerektiren durum, bu bilgileri örtbas ettiklerinde ya da o bilgileri belgeleri ve arkeolojik çalışmaları yok ettiklerinde oluşurdu. Onlar bir kapı açtılar. Osmanlı aydını da o kapıyı genişlettikçe genişletti. Misal akabinde, Ahmet Vefik Paşa 1876’da yazdığı Lehçe-i Osmanî adlı eserinde Osmanlı Türkçesinin, Türk dilinin lehçelerinden biri olduğunu vurguluyor. Yani ilk kez esas olanın Türkçe olduğunu, Osmanlıcanın aslında onun bir alt kolu olduğunu söylüyor. Abdülaziz’in askeri okullar nazırı Süleyman Paşa da yine 1876 yılında askeri okullarda okutulmak üzere yayınladığı Tarih-i Alem adlı kitabında ilk kez Türklerin tarihinin İslamiyet öncesine uzandığını, Orta Asya’dan başladığını belirtiyor. Esasen daha 1860’lı yıllarda Şinasi’nin ilk gazeteyi yayınlaması ve onunla eş zamanlı olarak dilin sadeleştirilmesi çalışmalarının başlaması uzun vadede kaçınılmaz olarak Türk Dili çevresinde bir Türk kimliğinin pekişmesine yol açacaktır. Türkçülük konusunda Yahudileri sürekli ön plana çıkararak bu kavramı etkisizleştirme çabası içine girenlerin bir diğer argümanı Rusya’da yaşayan Türklerin uyanışları neticesi, tüm dünya ile paralel olarak köklerine tutunma arayışına girmeleri, bu yüzden dönemin Rus yönetimiyle karşı karşıya gelmeleri (kaçmaları) ve bazılarının İstanbul’a gelerek bu çalışmaları buradaki aydınlarla beraber yürütmeleri. Diyorlar ki bu fikri bunlar soktu, ümmet bilincini zedelediler, Osmanlıcılık fikrine zarar verdiler vesaire vesaire. Ancak bir süreç var. Burayı hiç görmüyorlar. Ne Osmanlıcılık ne de İslamcılık devletin kurtuluşunda reçete olamamış. Ayrıca soktukları şey ne? Çok mu zararlı bir şey? Diyorlar ki biz aynı soydanız, aynı kökteniz, birlik içinde olalım. Demesinler mi? Kendilerini Türk olarak görüyorlar evet, Osmanlı olarak görmüyorlar. Türk daha kapsamlı çünkü. Üstelik Osmanlı’nın durumunu yakından takip ediyorlar. Durumu biliyorlar. Denenen reçetelerin hepsine vakıflar. İletişim ve istişare halindeler Osmanlı aydınlarıyla. Osmanlı aydınları bu hareketlerin Rusya’da ve yakın bölgelerde yeşermesine ve şuurun büyümesine katkı sağlıyor, onlar da benzer şekilde Osmanlı aydınına çeşitli konularda fikir vererek katkı sağlıyor. Soruyorum, Osmanlı aydını da onları etkilememiş mi? Ya da soruyu daha düzgün sorayım Rusya’daki Türklerin bilinçlenmesinde Osmanlı aydını öncülük etmiş olmasın? Belki de iddia edilenlerin aksine tersi bir durum söz konusu. Çünkü bakıyorsunuz İstanbul’da yayın yapan bir gazeteyle aynı adı taşıyan bir gazeteyi ilk kez İsmail Gasprinski Rusya’da çıkarıyor. 1883’te çıkardığı bu gazetenin adı Tercüman. İstanbul’daki aynı adlı gazeteden alıntılar yapıyor sürekli. Gaspıralı böylece Rusya’daki Türklerin birleşmesi düşüncesini ortaya atmıştır. Bu gazete “Dilde, fikirde, işte birlik” sloganıyla ortaya çıkmıştır. Bu temele karşı çıkanlar bilmelidir ki, Gaspıralı sağlam bir Müslümandır. Bu fikrinin temelinin mutlaka ama mutlaka İslam harcıyla karılması gerektiğini söylemektedir çünkü. Nesi yanlış bunun? İki argümanda gördüğünüz gibi o kadar komplo teorileri üretecek kadar ürkütücü değil.
Ancak görüyoruz ki bazı popüler tarihçiler, andımız tartışmasıyla birlikte alakasız bir şekilde tartışmaya açtıkları Türkçülük fikrine karşı bu argümanları öne sürüyor. Efendim, şu şu kişi Yahudi, şu şu kişi Yahudi okuluna gitmiş, şu şu kişinin dedesinin emmisi Yahudi. Zaten bir fikri ortaya attığınızda cümlenizde sadece bir Yahudi ifadesinin geçmesi o fikrinize birçok yandaş toplamanız için yeterli. Adam sıkışınca bir konuda, açıklayacak argüman bulamayınca “ama Yahudi” deyip konuyu bitiriyor. Pardon da, yavaş biraz! Bir kere andımıza insafsızca ırkçı yaftası yapıştırırken, Yahudilere karşı büyük bir ırkçılık örneği sergiliyorsun. Kendinle tenakuza düşüyorsun. Yahudi dedin mi hepsi mi art niyetli, kötü, Türklere ve Müslümanlara düşman be adam? Niçin İsrail devleti ile Siyonizm ile, Yahudi’yi, Yahudi bilim adamını, Yahudi yazarı birbirinden ayıramıyorsun? Keşke sen de en az Vambery kadar bilim ahlakına sahip olabilsen. Ki objektif bir bakış açısıyla -senin iddianla- düşman olduğu bir milletin tarihteki önemini ortaya koyabilsen. Yahudilerle ilgili bir diğer husus, 1948’e kadar Yahudilerin ortada bir vatanı yok. Mantık çerçevesinde baktığınızda bile Osmanlı’yı gerçekten vatanı olarak gören Yahudilerin samimiyetine inanmak o kadar güç değil. Gidecek alternatifleri yok çünkü. Bakın Avrupa neler yaptı Yahudi’ye? ABD’de değil 19. yüzyıl, 20. Yüzyılın başları, bir zenciler bir de Yahudiler 1960’lara kadar kölelikten farklı olmayan muameleler gördüler. Bu kadar zeki bir kavim kendilerine başta Hıristiyanlar bu kadar önyargılı iken mensubu oldukları tek devletin yani Osmanlı’nın yıkılmasını ister mi? Elbette çürük elmalar olmuştur. Ama Osmanlı tebası olup da çürük elma olmayan başkaları yok muydu? Hem ne çok. Hem de bazıları Müslüman! Bunu o zaman salt Yahudilere bağlamak insafsızlık değil mi? Bu bakımdan antisemitizm kıyılarında gezen bu bakış açısının bir an önce terk edilmesini öneririm. Vambery ayrıca Osmanlı tebası değil, Avusturya-Macaristan’da yaşayan fakir bir Yahudi’dir. Macarların Türk olduğunu ortaya koymakta da mühim çalışmaları olmuştur. Bu çalışmalarını devam ettirmek için Viyana’da karşılaştığı büyük Osmanlı tarihçisi Hammer’ın tavsiyesiyle İstanbul’a gelmiştir. İngiliz ajanlığı ile suçlanmış, kendisi iki defa Abdulhamid’e İngiliz ajanı olmadığını bilakis İngiltere ile Türkiye arasında elçilik, arabuluculuk yapmaya çalıştığını söylemiştir. Vambery’nin ajanlığı konusu İngiltere lehine Rusya’ya karşı olması noktasında daha akla yatkındır. Çünkü tüm bu çalışmalarını bizzat Rusya içerisinde Türkleri gidip araştırarak, kılık değiştirip yapmış bir saha tarihçisidir. Lakin o dönemlerde hele de bir Yahudi’nin kılık değiştirmeden Rusya’nın içlerine girip Türkler üzerinde araştırma yapması mümkün görünmediğinden ajanlık suçlamasının bu yüzden de yöneltilmiş olabileceği de akılda tutulmalıdır. Ünlü tarihçi Barthold, Vambery’nin bilhassa Türk Dili ve Lehçeleri çalışmalarını küçümsese de, Türk aydınları ve tarihçileri üzerinde bıraktığı tesir ve onları sürüklediği Türk tarihine, tarihinin köklerine merak bakımından değerlidir. Ne tür maksatla yapmış olursa olsun, Rusya’daki Türkler zaten uyanışa geçmişti. Bu çalışmalar onların uyanışını pekiştirebilirdi ancak. Çünkü Volga Tatarları Gaspıralı’dan Vambery’den de önce bilinçlenmeye başlamıştır.
Her konu tartışmaya açıktır, her konu tartışılabilmelidir. Ancak bu, doğru bilgilerle ve somut verilerle yapılmalıdır. Hele de çok hassas konularda buna çok dikkat edilmelidir. Osmanlı aydını tartışa tartışa deneye-yanıla bir noktaya geldi. O nokta o dönemin ve şartlarının gerektirdiğiydi. Bu dönemin şartlarıyla o dönemi vay Yahudi vay bilmem ne filan diye masaya yatırmak son derece yanlış olduğu gibi, gerçeklikten de uzaktır. Hele bu dönemi o dönemin argümanlarıyla tartışmak artık yanlışlığın da ilerisinde çok komiktir. Artık saniyeler içinde değişen bir dünyanın içindeyiz. Bu açıdan önce geleceği konuşmak zorundayız. Bunu da ancak geçmişin sağlıklı, gerçek, somut ve doğru bilgileriyle ve verileriyle yapabiliriz.