Ülkemizin, devletimizin ve milletimizin içte ve dışta verdiği çetin mücadele hepimizin malumu. Peki, neden sırf ülkemizin ya da devletimizin demedim de milletimizin de diye ilavede bulundum? Yani neden devletimizin içte ve dışta verdiği çetin mücadele demedim yalnızca? O da aynı anlama gelirdi. Gelir miydi?
Uzun uzun düşününce aynı anlama gelmediğini görüyorsunuz. Devletin verdiği mücadeleyi milletten ayrı düşünmek epey eksik kalıyor. “Millet olmasa devlet olur mu?” sorusundan başlayıp; bu yelpazeyi, devletin verdiği her mücadelede, milletin direkt bu mücadelede maddi ve manevi sıkıntılar yaşayarak ortak olduğunu vurgulayarak genişletebiliriz. Öyleyse cümle daima böyle olmalı. “Ülkemizin, devletimizin ve milletimizin içte ve dışta verdiği çetin mücadele hepimizin malumu.”
Yine hepimizin malumu olduğu üzere yaşadığımız yüzyılın ilk çeyrek diliminde -2001 krizini de hesaba katarak-, -Kıbrıs konusunu hiç es geçmeyerek-, -Türkiye’nin Güneydoğu’suyla ilgili bitmeyen emelleri unutmayarak-, Türkiye üzerinde oynanan oyunların hitama erdirilmek istendiğine şahit olduk. 15 Temmuz 2016’da bu devlet yıkılmak, bu millet yok edilmek istendi. Vardığım bu sonucun çok abartılı olduğunu düşünenler, değil uzak tarih, şu sayıverdiğim yüzyılın başından beri karşı karşıya olduğumuz yakın tarihi bilmeyenler ya da doğru okuyamayanlardır. 15 Temmuz bu minvalde hiç küçümsenmeyecek bir girişim, apaçık Türkiye’yi işgal çabasıdır. Bu tarihin adını artık doğru koymak ve buna göre konumlanmak elzem hale gelmiştir. Daha ilk geceden söylediğimiz üzere bu bir darbe girişimi filan değil, Türkiye’yi işgal çabasıdır. (“Not edin! Bu demokrasinin değil, Türkiye'nin işgalidir. Uyanın! Bu başarılı olursa Türkiye mahvolur. Uyanın uyanın uyanın!” #DarbeyeHayır / 16 Temmuz 2016 / Saat: 00:49 )
Bunu iyi teşhis etmek demek, kuklaları değil ardındaki kuklacıyı netleştirmek ve neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmek ve ona göre tespitlerde bulunmak demektir. Nitekim geçen bir yıl bizi haklı çıkarmış, hiçbir girişiminde başarılı olamayan kuklacı daha da netleşmiş ve artık kartlarını açıktan oynamaya başlamıştır. ABD ile yaşadığımız şu son vize krizini de bu minvalde değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Öyleyse ne yapılmalıdır? Diplomasi konusunda nasıl adımlar atılmalıdır? Türkiye’nin mevcut statükonun korunmasını yönelik daimi surette sürdürdüğü denge politikasında nasıl bir yola sapılmalıdır? Ve son soru, diplomasi, bu gibi durumlarda kime ve neye karşı dengeyi bozmadan sürdürülmelidir?
Biz ABD’ye yaklaştık, Nato’ya giriş evresinde. Hem de abartarak yaklaştık. Ve gittikçe de teslim olduk. Bağımsızlığımızı kaybettik. Sebebimiz neydi? Birincisi komünizm tehlikesi, ikincisi SSCB’ye karşı yaratılan algı. Savaşlar bitmiş (1. Ve 2. Cihan Harbi), tüm taraf ülkeler statükoyu belirleyen anlaşmalara imza atmış, çeşitli anlaşmalarla herkes bir yerlere dahil olarak (BM, NATO, AB vs.) kendini garantiye almış… Ve bir korku pompalaması; SSCB bizden Kars ve Ardahan’ı alacak. İkinci sebep buydu ABD’ye yaklaşmamızda. SSCB defalarca bu algıyı yok etmeyi denedi, defalarca biz komşuyuz, biz işbirliği yapalım diye tekliflerde bulundu, üstelik ülkesine düşen bir Amerikan keşif uçağının bizim topraklarımızdan kalktığını da öğrendi. ABD’nin bizim topraklarımıza yerleştirdiği nükleer füzeleri de öğrendi. Sökün onları diye ültimatom verdi. Kime? Tabi ki kuklacıya. ABD bunları Türkiye’den habersiz söktü ya da söktüm dedi. (Bunlardan ve kurulan üslerden çok az kişinin haberi vardır Türk yetkililer arasında. Hal öyle.) Kaldırdı savaş gemilerini Küba önlerine kadar götürdü. Dünya büyük bir nükleer savaş yaşama tehlikesiyle karşı karşıya geldi. Buradaki enteresan nokta, bu uçak sebebiyle donanmasını bizim denizlerimizin açıklarına değil ta Atlantik açıklarına göndermesiydi. Yani SSCB kuklacıyla daha çok ilgiliydi. Ve SSCB tüm bunlara rağmen Türkiye’ye yine zeytin dalı uzatıp, gel şu emperyaliste karşı beraber mücadele edelim dedi. (Burada bir nokta iyi anlaşılsın lütfen, ben tüm bunları ifade ederken, ABD’yi bırakıp SSCB’ye yanaşsaydık demiyorum, ikisinin de ne olduğunu bilerek denge politikası bırakılmasıydı diyorum.) Bizim politikalarımız çoktan dengeyi bozduğu, hatta onlarca üsle (İncirlik ezberlenedursun NATO’nun, dolayısıyla ABD’nin bilinen bilinmeyen yüzlerce askeri üssü vardır Türkiye’de ve bunlar 50’lerdeki o virajdan sonra kurulmuştur) içimize ABD’yi çok sağlam bir şekilde nüfuz ettirdiği için bundan dönüş yapıp yeniden denge politikasına geçiş yapmak hayal oldu. Gladyo dediğimiz, Yeşil Kuşak (Fetö başta, mutlaka alternatifleri de vardır) dediğimiz yapılar o zaman doğdu. ABD elini kolunu kıpırdatmadan bizi bizimle zincirledi. Sımsıkı bağladı. Bir tarafta seküler kesimi diğer tarafta din sosuyla muhafazakar kesimi bu yapılarla kontrolü altına aldı. Kars, Ardahan kurtulmuştu(!), fakat tüm Türkiye ABD’ye teslim olmuştu. (Bütün savaşlar bitmiş, sınırlar belirlenmiş, SSCB Bolşevik İhtilali’nde tüm gizli anlaşmalardan haberdar ettiği komşusu Türkiye’ye saldırıp, Kars, Ardahan’ı almayı düşünecek kadar aklını kaybetmiş miydi? Bunu bilemiyoruz. Böyle bakınca da saçma geliyor. Fakat pompalanan algı buydu.) Kısaca biz bugün Türkiye denge politikasını kaybetti diyoruz fakat aslında ta o yıllarda kaybedilmişti. Bir nevi bile isteye teslim olarak. Bağımsızlığımızdan vazgeçerek. Millet bunun böyle olduğunun farkına varamıyordu. Zira Marshall yardımları filan bir parmak bal çalıveriyordu ağızlara. Ve fakat gelin görün ki o yardımların hepsi de ne hikmetse ABD’nin çıkarları için kullanılıyordu. Tarımda bile ABD’nin istediklerinin dışındakileri ekemiyordunuz. Neyse.
Bu zincirleri ilk kez Ecevit-Erbakan hükümeti delmeyi denedi. Tabir-i caizse Türkiye’yi doğduğuna doğacağına pişman etmek istedi ABD. Kıbrıs o günlerin emanetidir bize. Erbakan malumunuz üzere, siyasi yaşamı boyunca bunun bedelini çok ağır bir biçimde ödedi. Ecevit kendini nasıl affettirdi, Fetö okullarının açılmasına yardım ederek mi onu şu anda bilemiyoruz ama tablo bu şekildeydi. Elbette ileriki tarihlerde bu tablolar daha da netleşecektir.
Kuklacıyı daha net teşhis etmek için biraz daha geri bir tarihe dayanan birkaç bilgi daha verdim. Gördüğünüz gibi 15 Temmuz’un altı ta nerelere dayanıyor. Öyleyse yine soralım, diplomasi şu dönemde nasıl olmalı, kime karşı nasıl bir yol izlemeli? Bir kere ilkin şunu tespit edelim, siz güçlü Türkiye demişsiniz, tam bağımsız Türkiye demişsiniz, komşularla sıfır problem diye yola çıkmışsınız ve komşunuz olmayan fakat sen benim üssümsün, nereye güçlü olmak, ne bağımsızlığı, ne komşularla sıfır problemi diyen bir ülke (hatta bu söylemin üstüne, sizi tüm komşularla karşı karşıya getiren adımlar attırarak) size açık ve gizli türlü türlü oyunlar oynuyor. Bu durumda diplomasiyi yürütmeniz gereken bu ülke mi olur yoksa bu ülkenin bu yaptırımlarından ve dünyanın emperyalist lideri olmasından sıkılmış diğer ülkeler mi olur? Sizi zımni olarak işgal etmek isteyen bir güçle neyin diplomasisi yürütülür? Öyleyse diplomasi seçeneği yeniden teslimiyet anlamına gelmez mi? Öyle ya! Teslim olursun 50’lerdeki gibi, gül gibi geçinir gidersin. Diplomasi şu dönemde bu ülkeye karşı bu anlama gelir. Çünkü son olarak 15 Temmuz dahil, bu güç sizi zımnen işgal etmek isteyecek kadar küstahlaşmış. Öyleyse tek bir şekilde olur diplomasi. Masaya eşit şartlarda oturarak. Yaptıkları her şeyin bedelini ödeterek. Tazminat alarak, suçluları teslim alarak, sömürge mantığıyla değil işbirliği mantığında tarafların eşit bir biçimde kardan faydalanacağı anlaşmalar yaparak. Fakat ABD’nin ve tüm emperyalistlerin mantığı asla paylaşmak değil, daimi surette sömürmek olduğu ve sömürdüğü halklara da lütfen karın doyurmalık paylar ayırmak olduğu için buna yanaşmaz. İdeolojisini yıkmak anlamına gelir, ki zaten o zaman dünya çok farklı bir yere evrilir, hatta daha adil ve eşit olur. Türkiye diplomasi bağlamında işte sadece buna zorlayabilir onu. Fayda vermiyorsa da tüm mazlumlar adına harekete geçer, tarih de zaten böyle yazılır. Ecdadın yazdığı tarih, hep bu prensip çerçevesindedir. Müslüm gayrimüslim ayırt etmeksizin tüm mazlumların hamisi olmak, haklarını korumak için “Hak” yolunda mücadele etmek.
Son yıllarda yolumuz hiç düz olmadı, hep keskin virajlarla yola devam ettik ama bu defaki virajımız daha bir keskin görünüyor. Yine ülke ikiye ayrıldı, tam bağımsızlık yolunda adımlarımızı ve saflarımızı sıklaştıralım diyenler bir tarafta, koca bir süper güç var karşıda sen kime kafa tutuyorsun diyen müstemleke ruhlular bir tarafta yerini aldı.
Peki, bu durumda ülkenin geleceğine kim karar verecek?
15 Temmuz’da sokağa çıkanlar, şehit olanlar, tankların önüne yatıp, gökdelenin tepesinde F16 kovalayanlar karar verecek. O yüksek ruh karar verecek. O müstemleke olmayı reddeden, neyle karşı karşıya olduğunu bilen ve o keskin ferasetle hareket eden ruh karar verecek.
Pardon ya, verecek mi dedim? Verdi demeliydim. Bu mücadele çoktan başladı zira. Ve bu millet kararını çoktan verdi. Verdiği için o gece sokaklardaydı, verdiği için şehit oldu, verdiği için bir Suriye, bir Irak olmayı reddetti.
Öyleyse, biz neyi tartışıyoruz? Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın İstiklâl-i Tam!