“Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, ayak
Boşanır sırtlara, vadilere sağanak sağanak.”
Çanakkale ile ilgili birkaç menkıbe paylaşmak istedim önce. Ki yazıma bu şekilde giriş yapayım. Malum. Çok tartışmalı konular bunlar. Bir tarihçi adayı olarak “inanırsın fakat ispat noktasında belgeler konuşur” düsturuna bağlı kalarak, her ne kadar sözlü tarih de belgeci tarihçilik kadar olmasa bile mühim olsa da bunların çoğuna kalbimle, her ne kadar mümkündür, olmuştur desem de mantığımın ağır basmasıyla kayda geçirmek istemedim. Fakat bunların yerine Akif’in şu yukarıdaki dizelerini hatırlamam bile yetti. Şu iki mısra bile o anlatılan tüm menkıbelerin özetidir aslında. Başka kelama ne hacet. Hoş, buna da şiir nihayetinde diyenler olacaktır. Desinler. Akif söylemiş, siz kimsiniz deriz biz de.
Bir önceki yazımda eksik noktalar kaldığını fark ettim. Türkiye’nin geleceğine kim karar verecek sorusu zor bir sorudur. Cevabı daha da zordur. Bu yüzden yelpazeyi genişletmek, resmi tamamlamak gerekirdi. Bu sorunun cevabını bulmak için ta Çanakkale’ye, Sarıkamış’a, Dumlupınar’a, Sakarya’ya, Milli Mücadele’ye kadar gitmek gerekirdi. Çeyizindeki iki çoraptan birini Milli Mücadele kahramanlarına veren gelinlik kızları unutmak olmazdı. Tek gelir kaynağı olan iki ineğinden birini yine bu kahramanlara veren Hatce Anaları unutmak olmazdı. Bebesinden önce cephaneyi düşünen ve cepheye aç susuz yalın yapıldak cephane koşturan yiğit Anadolu kadınlarını unutmak olmazdı. 15’lik çocukları unutmak hiç olmazdı. Bugün Türkiye’nin geleceğine kim karar verecek diye bir soru soracaksak, bunları bilmek ve hatırlamak elzemdi. Çünkü aynı zamanlarda, tıpkı bugünkü gibi “manda ve himayeye teslim olalım” yazıları döşenenler de olduğu gibi, “şu Mustafa Kemal bir yenilse de bütün suçu ona yüklesek” diyenler de vardı. Bütün fikri ayrılıklarına rağmen (kimi seküler, kimi alabildiğine muhafazakar) kurmay ekip, söz konusu “vatan” olduğunda adeta tek vücut, tek yumruk, tek bilek, tek güç oluyor tüm bu ayrılıkları teferruat olarak değerlendiriyor fakat söz konusu vatan olmasına rağmen yine de üç beş kıskanç çıkabiliyordu. Kıskandıklarının, o dönem ve şartları itibari ile kazandıkları başarıların aynı zamanda vatanın başarısı olduğunu göremiyor ya da görmek istemiyorlardı. Şunlar kaybetsin de isterse Yunan gelsin, şunlar kaybetsin de isterse Amerikan mandası gelsin diyebilecek kadar kör, sağır ve gafil olanlar da vardı. Bunları dönmelerin söylemesi bir dereceye kadar anlaşılabilirdi fakat bu milletin bağrından çıkmış insanların söylemesi insanı kahreden cinstendi. Bunlar biraz aymaz, biraz kibirli, daha çok satılmışlardı. Biraz da Cemil Meriç’in buyurduğu üzere namussuz! Ne diyor merhum Meriç: “Bu memlekette sağcılar ve solcular yoktur. Namuslular ve namussuzlar vardır.” İşte bunlar o namussuz takımındandı.
Elbette o günlerde Türkiye’nin geleceğine kim karar verecek sorusunun cevabı bunlara bırakılamazdı. Bırakılmadı da. Bugün de bırakılamaz. Bırakılmayacak da.
Öyleyse, bugün bu sorunun cevabına Hatce Anaların torunları, cepheye silah koşturan yiğit Anadolu kadınlarının torunları, 15’liklerin hısımları akrabaları, çeyizlerindeki çorapların birini cephedeki askerlere gönderen gelinlik kızların torunları karar verecek. Akif’in haykırdığı Bedrin Aslanları’nın varisleri karar verecek. Şu iki mısrada anlatılanları menkıbelerle süslemeye gerek var mı? O günkü ruhu, yaşanan hadisenin büyüklüğünü ve derinliğini tefekkür etmek için sayfalarca yazmaya ya da okumaya gerek var mı? Dikkat buyurun, sırtlardan vadilere sağnak sağnak yağan şey, kafa göz gövde ayak. Yani belki sizlerin belki benim dedelerimizin kolları bacakları. İnsan organlarının yağmasından bahsediyoruz, kurşunların yağmasından değil. Ki kurşunların yağması zaten vakadan.
Ve siz hala doğrudur veya değildir diye hangi menkıbelerin tartışmasını yapıyorsunuz?
Yaşadığımız dönem itibariyle varoluş mücadelesinde, devletin ve milletin beka probleminde pek bir değişiklik yok. Böyle olmasa 15 Temmuz gibi bir hadiseyi yaşamazdık. Mücadele biçimlerinin tarihsel süreç içerisinde değişikliğe uğraması kaçınılmaz. Elbette Çanakkale’de yaptıkları gibi, Milli Mücadele’de hitama erdirmek istedikleri gibi dört bir yandan tanklarıyla tüfekleriyle harekete geçecek değiller. Bunu engelleyen bir sürü uluslararası anlaşma, evrensel hukuk normları, karşılıklı saldırmazlık anlaşmaları mevcut. Öyleyse bunu üstü kapalı bir biçimde yapacaklar. Yapıyorlar da.
Bize düşen şey, bu kritik virajda, bu son kavşakta, Türkiye’nin geleceğine kim karar verecek sorusunun cevabını merhum Meriç’in ifade buyurduğu namussuzların eline bırakmamak. Sinsi bir şekilde veya açıktan dillendirdikleri algı oyunlarının esiri olmamak, pompaladıkları aşağılık kompleksinin içine düşüp, bir lahza bile biz kim oluyoruz ki dememek. Çünkü bunu dedirtmeye çalışıyorlar. Diyelim ki, teslim olalım istiyorlar. Çanakkale’deki aslanlar bunu demedi, Dumlupınar, Sakarya, Milli Mücadele’deki kahramanlar bunu demedi.
15 Temmuz’da o ruhu yeniden şahlandıranlar demedi. Yok şu, yok bu, yok oyun, yok dümen diyenlere karşı şunu dedi, “halkım lan ben!”
(Af buyurun, o dönem sosyal medyada meselenin büyüklüğünü zayıflatmaya kalkan Fetöcülere ve onların peşine takılan bazı solcu geçinen zevata, yine onların anladıkları minvalde cevabi nitelikte bu çarpıcı capsler dolanmıştı. Ki yüzyılın kapaklarından biriydi bence. Aynen ifade buydu, tiyatro diyenlere böyle demişlerdi, “halkım lan ben!” Yani ne tiyatrosu, hepimize mi tiyatro oynattılar? demek istiyorlardı.”
Tarihi, bilhassa Türk Tarihini kesintisiz düşünemezsiniz. Çünkü en uzun tarih Türklere hastır. Montesquieu’nün dediği gibi; “Türkler olmasa tarih olmazdı, fakat bunu yazacak tarihçilerini yetiştiremediler.” İşte bu yüzden tarihsel olaylar birbirinin aynı değil ama birbirinin devamıdır. Milli Mücadele Çanakkale değildir. 15 Temmuz Çanakkale değildir. Milli Mücadele Çanakkale’nin devamıdır. Çünkü Atatürk aynen bunu der, “Milli Mücadele’ye ben Çanakkale’yi gördükten sonra karar verdim.” Yani oradaki ruhu, yani oradaki “Yüksek” ruhu gördükten sonra. Milli Mücadele de o ruhun yeniden tezahürüdür işte. 15 Temmuz ise o ruhun bitmediğinin, dipdiri olduğunun en somut delili olarak tarihe geçmiştir. Yani iki mücadelenin de aynısı değil, (tarihte zaten şahıslar, zaman ve şartlar bakımından bir olayın aynısının tezahürü imkansızdır) fakat devamıdır. O ruh 5 bin yıldır kendini her türlü etkiden uzak tutmasını bilmiş, şeklen, biçimsel manada ne kadar değişikliğe uğramış gibi görünse de işte böyle en kritik anlarda kendini ortaya koymuştur. “Damarlarındaki asil kanda mevcut” sözü de bu anlamda öylesine, gelişigüzel edilivermiş bir laf değildir. İşte bu mevcudiyeti yok etmek için Milli Mücadele sonrasında da gerek psikolojik haarp teknikleri, gerek biyolojik silahlar ile medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar her yolu denedi. Belki, biz bile ümidi kesmiştik bir yerde. Hatce Anaların torunları, 15’liklerin hısımları akrabaları böyle mi olmalı dediğimiz anlar da olmuştu belki. Fakat 15 Temmuz bu ümidi yeniden canlandırdı. Gördük ki, o binlerce yıllık ruh hala dimdik ayakta.
Emin olun buna sadece biz görmedik. Hatta çok şaşırttık. Şaşıranların başında geliyordu kuklacılar. Şaşkınlıklarını üzerlerinden atmaları bir yıl kadar sürdü. Şimdi yeni oyunlar sahnelemek istiyorlar. Fakat şunu göze alamazlar artık, bu milleti 15 Temmuz gibi bir hadiseyle alaşağı edemezler.
Bu yüzden dediğim gibi her zamankinden daha çok dikkatli olmalı, daha çok birbirimize kenetlenmeliyiz. Ve merhum Meriç’in tanımladığı üzere, “namussuzlara” karşı da son derece uyanık olunmalı. Muazzam sinsi çalışıyorlar çünkü. Fakat Türkiye’nin geleceğine kim karar verecek sorusunun cevabı iki yazımda da vurguladığım üzere ne kadar açıksa, Türkiye’nin geleceğine kim karar veremez sorusunun cevabı da bir o kadar açık ve net. Türkiye’nin geleceğine, Meriç’in işaret ettiği bu namussuzlar karar veremez. Vermemelidir de.
“Bu memlekette sağcı-solcu, ilerici-gerici yoktur. Namuslular ve namussuzlar vardır. Siz namuslulardan olun. Göreceksiniz çok kalabalık olacaksınız.” / Cemil Meriç