Siyasette durumun nasıl olduğunu bilmem. Hesapları, dengeleri vs… Bir vatandaş olarak vefanın ne olduğunu bilirim ama. Yazı da bu minvaldedir. Ne eksik ne fazla.
Benim çocukluğuma tekabül eden yıllarda bilhassa kışları çok gri bir Ankara vardı. Hala hafızamda böyledir. Çocukluğuma dair her hatıra bu grilikle birlikte canlanır. Ankara’ya dair çocukluk anılarımın hepsi güzeldir ve fakat şehir hep gridir. Pembe ya da yeşil değil. Mavi hiç değil. Mavi diye dilime pelesenk ettiğim tek kelimelik hayal dünyam da o günlerden kalmadır. Ne anlamlar yüklüdür bu kelimede, ne anlamlar. Renk ihtivasını aşan. Ona tüm bir hayatı ve hayalleri sığdıran. Mavi’ye dair ne kadar çok cümle kurduğumu bilen bilir. Hatta ilk kitabımı ona ithaf ettiğimi de. Bir özlemdir bende “Mavi”. Bir umut. O grilikte bana çeşit çeşit hediyeleri küçücük heybesinde taşıyan bir hayal yolcusudur Mavi. O griliği maviye boyayan.
İşte bu grilik yavaş yavaş açıldı sonraları. Gökyüzünün maviliği gerçekten ortaya çıktı. Etraf parklarla bahçelerle ve evet çok dalga konusu olsa da fıskiyelerle doldu ve şehre bir canlılık geldi. Tüm renkler anlamını buldu. “Bulutlar gitti, Mavi hep kaldı.” Geçici grilikler bizi esir alamadı. Kalıcı olan çocuklukta kaldı. Bunun bilimsel adı hava kirliliğiydi. Ve gerçekten Ankara bu kirliliğin en beterini yaşayanlardandı. Şimdi yok. Minimize edildi.
Lise yıllarında Samsun’dan bir arkadaş geldi sınıfımıza. (Sonradan onunla çok sıkı iki dost olduk.) Yo, öyle Avrupa kentinden filan değil. Bildiğimiz Samsun’dan gelmişti. İlk günler suratı asık, kimseye yaklaşmıyor ve gayet mutsuzdu. Nedenini sordum. Burası nasıl başkent dedi. Ben bir köye geldim sanki. Mevsim de kış tabi. Bahsini ettiğim grilik de var. Bahçelievler’de ikamet ediyordu. Bir Ankaralı olarak bu tasvir gayet kanıma dokundu. Aldım aldım götürdüm onu Kızılay’a, Çankaya’ya… O zamanlar AVM’ler tek tüktü. Bir Karum vardı bir de Atakule. Tek tek gezdirdim onu. Sinemalara götürdüm, o griliğin arasında aslında yaşadığı Bahçelievler’in bile ne kadar güzel olduğunu fark ettirdim filan. Okul bitince ayrıldılar Ankara’dan. Yeniden Samsun’a döndüler. Fakat bu sefer şöyle bir fark vardı. Ankara’ya gelişinde büyük bir hayal kırıklığı yaşayan arkadaşım bu sefer de gitmek istemiyordu. O arkadaş bir Avrupa kenti değil, Samsun’dan gelmesine rağmen neden Ankara’ya dair öyle bir tespitte bulundu? Anlatacağım. Çünkü tespitinde haksız değildi. Malum. Samsun’dan Ankara’ya giriş Mamak tarafındandır. Ve o günlerde bu giriş güzergâhındaki tüm evler gecekondu, tüm yapılar kırık döküktü. Üstüne şehrin griliği de eklenince al sana iç karartan bir manzara. Ve haklı bir soru; “bu nasıl başkent?”
Aynı sorun şehrin diğer giriş kısmında da vardı. Üstelik bu yol, aynı zamanda protokol yoluydu. Yabancı üst düzey misafirlerin de Ankara’ya girerken karşılaştıkları manzara, benim Samsun’dan gelen arkadaşımın gördüğü tablodan farklı değildi. Yol boyu gecekondular, kırık dökük yapılar. Tam bir varoş kenti algısıyla giriyordu şehre girenler. Hakeza, bu girişin ardından hemen Ulus meydanına gelindiğinde yaşanan manzaralar da farklı değildi. Ankara Kalesi. Şehrin en güzel, en tarihi yapılarından biri. Fakat etrafı gecekondularla ve üstelik günah yuvalarıyla da dolu. Bu manzaralar da değişti zamanla. Önce o protokol yolu şahane bir hale döndü, sonra Ankara Kalesi dahil, hemen yakınlarındaki Hacı Bayram-ı Veli Camisi ve etrafı da yeniden düzenlendi, daha modern bir şekle kavuşturuldu. Sonunda Ankara’ya tüm girişlerin olduğu yerler bu hale getirildi. Kapılar son aşamaydı. Yani mesele ‘Gökçek 4 kapı dikti, halkın gözünü boyuyor’dan ibaret değildi. Tıpkı fıskiyelerin orada burada rastgele yapılmaması gibi. Hepsinin bir alt yapısı vardı, hepsi büyük projelerin birer küçük ayrıntılarıydı.
Tüm bunlar neticesinde Ankaralılarda şöyle ifadeler yer bulmaya başladı. Mesela hacca gidenler ve Mekke’nin Medine’nin halini görenler, “şimdi buranın belediyesini Gökçek alsa üç yılda ne temizler, ne güzel yapar şehri” vs. gibi şeyler söylemeye başladı. Hatta gitgide bunlar bir efsane halini aldı. Fakat bunlar da çabuk unutuldu.
Ankara bozkırdır. Hatta o kadar bozkırdır ki zaman zaman ben kendimi “Bozkır kurdu” filan diye tanımlamışımdır, bir parça da Hermann Hesse’e göndermede bulunarak. Çocukluğumun gri Ankara’sında bu bozkırın nasıl olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerek. Olanca griliğe bir de kayaların, çorak toprakların eklendiğini düşünün. Şimdi o kayalardan şelaleler akıyor, çorak toprakların bir bölümü park bahçe oldu, ağaçlar yeşeriyor. Yani eğri oturup doğru konuşalım, Gökçek ağaç kesmedi, ağaç dikti. Odtü konusunun aslında ne olduğunu kendisi açıkladı, açıklıyor. Gazi yerleşkesi konusunda zaten yapılan itirazları dinliyor vs. Yani olası bir projede, eğer ağaç kesme söz konusu ise vatandaş itiraz edince inatlaşmıyor, dinliyor. Mimarlar Odası filan aralarında ne var o ayrı konu. Onları zaten kendisi gün boyu hatta ay boyu ve hatta yıl boyu açıklıyor. Yani bazen bıktırana kadar açıklayabiliyor. O da onun stratejisi. Niçin diye sorabilir miyiz? Adam kendi ekseninde tam bir mücadele adamı. Niye böylesin diyebilir miyiz?
Siyasette neler oluyor kestirmek güç. Dengeler bir anda alt üst olabiliyor, dün omuzlarda taşınan bugün yere indirilebiliyor. Fakat ben Kadir Topbaş’ın da damadı dolayısıyla -Fetö konusunda- görevden istifa ettirildiğini düşünmüyorum. Eğer öyle olsaydı, Gökçek’in istifa ettirilmek istenmesini açıklayamazdık. Çünkü değil Fetö ile ilişki, bu mücadelede en başlarda yer alan isim. (Ben zahire göre hüküm veririm, gayrısını bilmem. Önceyi ise hiç hesaba katmam. Onun da kandırılma lüksü var zira. Ki her şey deşifre olunca canla başla mücadele etmedi mi?) Öyleyse bu istifaların arkasında başka bir sebep var. O da şudur bana göre. Referandumda Ankara ve İstanbul oylarını düşürdü. Bu bir belediye başkanını seçme seçimi değildi fakat siyaset demek ki bunu da aynı torbanın içinde değerlendiriyor. Önümüzdeki seçimlerde de aynı sonucun sandığa yansımasından çekiniyor. Halbuki ikisi aynı şey değil. Fakat neyse. Siyasetin profesyonel ve bir o kadar da acımasız kazan/kazan realitesinde yaptıkları hesapları bilemeyiz. Bir partinin kendi stratejileridir der geçeriz. Ayrıca Ak Parti bugüne kadar kendini sürekli revize eden bunda da başarı sağlayan, daima vitrin değiştiren bir parti.
Bu anlamda benim bu yazdıklarım bir Ankaralı olarak kaleme aldığım şeylerdir. Üstelik son belediye seçimlerinde Sayın Gökçek’e oy vermiş bile olmayabilirim. Sandıkta artık bir değişiklik olsun da demiş olabilirim. Ama sandık da. Fakat tüm bunlar, benim bu gerçekleri yazmama mani değil.
Kısaca mirim, Vefa İstanbul’da bir semt adı olmadığı gibi, Ankara’yı Ankara yapan, bir başkent haline getiren Sayın Gökçek ve ekibidir. Benim bunu ifade etmem bir Ankaralı olarak vefa gereğidir. Ötesini bilmem.