MUHTEŞEM TIRAŞ
TERKETMEDİ AZAP BENİ
90'lı yıllar...
Adı neydi hatırlamıyorum. Teyze diyorduk kendisine.
Erzurumlu, görmüş geçirmiş, mağrur bir Dadaş kadını...
Kocası, kapısında çalışanları olan çok varlıklı bir adammış vaktiyle köyünde. Başına her ne geldiyse malını mülkünü kaybetmiş. Sonra da vefat etmiş. Teyzenin iki kızı var, iki de oğlu. Kızının biri Erzurum'da gelin, diğeri Ankara'da... Kocasının vefatının ardından iki oğlunu da alarak göç etmiş Ankara'ya. Ucuz yollu bir ev kiralamış. Oğlunun biri doğalgaz şirketinde çalışıyor, diğeri ise spastik.
Rahmetliden kalan maaş mı yoksa fakir aylığı mı hatırlamıyorum; cüzi bir gelirle evin kirasını ödüyor, büyük oğlunun maaşıyla da kıt kanaat geçiniyor Teyze.
Günün birinde büyük oğlan bir kaza sonucu ölüyor. Kocasının kaybının ardından büyük bir evlat acısıyla imtihana tabi oluyor yaşlı kadın. Aynı zamanda maddi anlamda da kolu kanadı kırılıyor. Fakat bir acı daha bekliyor kendisini. Spastik olan Dağıstan adındaki küçük oğlu, ağabeyinin şok ölümüyle konuşma yeteneğini tamamen kaybediyor.
Oturduğu küçük evin kirasını ödeyemez hale geliyor Teyze. Kızı başlıyor annesi ve kardeşi için kiralık bir kapıcı dairesi aramaya. Bizim apartmanın boş olan kapıcı dairesine talip oluyor ve sembolik bir rakamla kiralıyor daireyi.
Teyze ve oğlu Dağıstan'ın hikayesine bizler de böylece vakıf oluyoruz. Komşularımız çok güzel insanlar. Herkes elinden geldiğince katkıda bulunuyor Dağıstan ve annesinin geçimine. Giyilmeyen kıyafetler veriliyor ana oğula. Evlerde pişen yemeklerden gönderiliyor. Apartmanın erkekleri olarak bizler de zaman zaman harçlık veriyoruz Dağıstan'a. Marketin önünde rastladığımızda yiyecek içecek alıp ikram ediyoruz; Dağıstan nasıl seviniyor anlatamam. Mahallemizde cuma günleri pazar kuruluyor. Pazar esnafı da tanıyor artık Dağıstan'ı. Hayırsever pazarcılar da her hafta sebze meyve tutuşturuyor eline.
Çilekeş Teyze bir gün mahalledeki kadınlarla sohbet ederken şu sözleri söylüyor. "Ben ölürsem Dağıstan'ıma kimse bakmaz, bakamaz. Kurban olduğum Allah'ım, beni Dağıstan'ım için, Dağıstan'ımdan önce alma! Ankara'daki ablasının bakacak durumu yok. Köydeki ablasına götürseler onun durumu da kötü. Ayrıca köydeki çocuklar deli diye alaya alırlar oğlumu." Dağıstan bütün apartman ahalisini çok seviyor. Apartmanımızda çok sayıda küçük çocuk var. Çocuklar bahçede oynarken adeta bir kartal gibi bekliyor başlarında. Kedi köpekleri bile yaklaştırmıyor çocuklarımızın yanına. Onların bahçede güvenli bir şekilde oynamasını temin ediyor. Dağıstan beden diliyle derdini anlatabiliyor hepimize.
Bir gün beden diliyle eşime, "Bağlum'daki türbeye götürülürse iyileşeceğini söylüyor. Beni türbeye götürün iyileşeyim" diyor.O güne kadar bilmiyordum, Bağlum'daki türbenin Abdülhakim Arvasi'nin türbesi olduğunu. Türbelerden medet umulmayacağının idrakinde olmama rağmen, sırf çocuğun gönlü hoş olsun diye "Tamam" diyorum. "Müsait bir zamanda götüreyim." Dağıstan'ın kendisine de söz veriyorum, çok seviniyor garibim.
Fakat haftada bir gün tatilim var. O gün de ya çoluk çocuk gezmeye, pikniğe gidiyoruz yahut bir cenaze, bir düğün veya bir hasta ziyareti oluyor. Günü güne, haftayı haftaya uluyorum. Dağıstan da sürekli hatırlatıyor. "Yav tamam Dağıstan, gideceğiz birgün" deyip geçiştiriyorum.
Bir süre sonra daha büyük bir ev almak üzere oturduğumuz evi satıyorum. Taşınıyoruz bir başka mahalleye. Aklımdan çıkıyor verdiğim söz. Bir pazar günü, eski komşularımızdan birinin ziyaretine gidiyoruz. Ziyaretten sonra kapıdan çıkar çıkmaz karşılaşıyorum Dağıstan'la. Fakat hemen boynuma sarılmasını beklediğim Dağıstan yanıma yaklaşmıyor bile.
"Gel Dağıstan" diyorum. Somurta somurta geliyor yanıma. O güne kadar hiç vermediğim kadar büyük bir harçlık veriyorum gönlünü alayım diye. Normalde sevinçten taklalar atması gerekirken hiç yüz vermiyor. Biz arabaya binip uzaklaşırken kaş altından küskün küskün bakmaya devam ediyor ardımızdan. Çok mahçubum. "Lan ben ne eşşeğim" diyorum kendi kendime ve kendi kendime söz veriyorum: "Önümüzdeki birkaç hafta içinde bu çocuğu alıp götüreceğim türbeye" diye.
Aradan çok geçmiyor. Bir akşam yorgun argın eve dönüyorum. Kapıdan girer girmez şok oluyorum aldığım haberle!
Teyze ölmüş! Yani Dağıstan'ın annesi!...
Kalp krizi geçirmiş kadıncağız. Erzurum'a götürmüşler cenazesini. "Peki ya Dağıstan?" diye soracak oluyorum. Onu da köydeki ablasına bırakmışlar!
Çöküyorum koltuğa. Başım ellerimin arasında...
"Hikmetinden sual olunmaz Rabbim, vardır bir bildiğin" diyerek gözlerimden yaşlar süzülürken, Teyze'nin kabul görmeyen duası geliyor aklıma: "Allah'ım beni Dağıstan'ımdan önce alma!"
Sonra "kimbilir Dağıstan şu an ne yapıyor, nasıl bir travma yaşıyor, başına kimbilir neler gelecek" diye düşünüyorum.
Verip de yerine getiremediğim söz'üm geliyor aklıma. Vicdanım titriyor. Kahrediyorum kendime; bre gafil, bre hayvan! (...)
Ankara'da yaşayan ablasını bir daha gören olmadı. Adresini bilen de yok.
Dolayısıyla Dağıstan'dan bir daha haber alamadık.
Çilekeş Teyze'nin ve Dağıstan'ın dramını her hatırladığımda gözlerim dolar.
Bu ihmalkârlığımın kalbime sapladığı acıyı tekrar tekrar yaşarım.
Izdırabım, sözümü yerine getirmeyerek, Dağıstan'ın derdine çare olamamak değil; biliyorum ki çare olmayacaktı. Ancak bunu o bilmiyor ki!...
Sevgili dostlar...
Allah bu toprağın insanına dünyada eşi benzeri görülmemiş bir merhamet duygusu ihsan etmiş. Bu milletin, birbiriyle en kavgalı olduğu zamanlarda bile, hatta dünyanın öbür ucunda bile olsa, sıkıntıya düçar olmuş insanlara karşı merhamet duygusunu nasıl harekete geçirdiğine bütün alem defalarca şahit olmuştur.
Maddi veya manevi; bizlere bugün ihtiyacı olanlar için, işte bu yüce duygu yüreğimizde kıpırdadığı an asla yarını beklemeyelim.
Zira gün gelir yarına bırakma şansımız kalmayabilir. Ya biz yarına çıkamayız yahut bize ihtiyacı olanlar yarına çıkamaz.
Yahut da yarına çıkılsa bile artık geç olmuştur.