NUR SÜMEYRA
Turnusollar Devri
“Allah’ın ipini sarılmak” ve “Allah’ın boyası ile boyanmak” ilahi beyanları ortalama her Müslümanın söyleyip geçiverdiği, üzerinde pek de düşünmediği mesellerdir.
Kendime en yakın bulduğum tefsir olarak Elmalılı Hamdi Yazır’a müracaat ettim bu noktada. Nedir Allah’ın boyası ile boyanmak diye? Üstad çok güzel açıklamış. Demiş ki; Hristiyanlar çocukları doğduklarında suya daldırıp çıkarırlardı. (Hala öyle.) “Hıristiyanlar çocuklarını "ma'mudiye" dedikleri sarımtırak bir suya daldırırlar ve buna "ta'mid" yani "vaftiz" derler. Bunun da bir temizleme olduğunu söylerler ve ne zaman birisi çocuğunu vaftiz ederse, çocuk için, "İşte şimdi hakkıyla Hıristiyan oldu." derler. Buna karşı Cenab-ı Allah, müslümanlara buyuruyor ki, siz böyle yukarıda anlatıldığı gibi tevhid ile hiç fark gözetmeksizin iman ettiğinizi söyledikten sonra şunu da ekleyiniz ve deyiniz ki; biz, Allah boyası olan ve yaratılıştan gelen iman ile iman ettik, sudan imana, sun'î (yapay) boyaya tenezzül etmeyiz. Allah boyasına bakınız, Allah boyasına, zira Allah'ın boyasından daha güzel kimin boyası vardır? Maddiyatta, tabiatta ve bütün kâinatta, dikkat ediniz O'nun boyasından daha güzeli var mıdır? Ağaçlara ve otlara, bütün çiçeklere, bilhassa insanların simalarına ve göz renklerine şöyle bir göz atınız, onlardaki doğuştan boya ile insanların sonradan sürdüğü sun'î boyalar arasında kıymet ve güzellik bakımından ne kadar büyük fark olduğunu görürsünüz.” Üstad geniş bir çerçevede konuyu ele aldıktan sonra mevzuyu Allah’ın boyası imandır, diyerek noktalıyor. Ben de bunlara son derece katılmakla birlikte birkaç ilavede bulunmak istiyorum.
Bilhassa son dönemlerde ne çok boyalar aktı değil mi? Ortalık boyadan geçilmiyor. Tabi, gören gözler için. Bir bir farklı boyaları kendilerine kamuflaj olarak seçenlerin boyaları akıp gitti ve etrafımız sarı, mavi, kırmızı, siyah, mor bir sürü boyadan oluşan bir renk deryasına döndü. Bunu gerçekleştiren şüphesiz turnusollardı. Bu turnusollar öyle etkiliydi ki bundan devletler bazında bile yakasını pek kurtaran olamadı. Çünkü bu turnusolları ortaya çıkaran yepyeni bir çağın içindeydik artık. İletişim ve bilgi çağı. Yalancının mumu değil yatsı, öğlen olmadan sönüveriyordu. Bunu bize sağlayan işte, hızlı iletişim ve bu iletişimi sağlayan kanallardı. Ve bir deyim girdi literatüre. Sosyal medya turnusolü. Farklı boyaları kendilerine kamuflaj olarak seçenler eninde sonunda bu turnusola yakalanıyorlardı. Bu turnusolün daha geniş çerçevede vazifesi ise bu vasıtalar aracılığıyla büyük devletleri de kendi altına yatırmak ve bir tür röntgenini çekmekti. ABD mesela artık yalan söyleyemiyordu. Projelerini gizleyemiyordu. Yapmak istediklerini elini kolunu sallayarak yapamıyordu. Tarihi mevzular mesela. Artık küresel etkideki bazı devletler sözde soykırımı vs. dayatamıyordu. Turnusol devreye giriyor, çok uzak değil yakın tarihlerin bir bir röntgenini çekerek ve onların gerçek soykırımlarını yüzlerine çarparak altından geçiriveriyordu. Yazarlar aydınlar mesela. Turnusollar onları da yaptıkları ve söyledikleri bir olmayınca kıskıvrak yakalayıveriyor, onların da kimi turnusolsuz bir yaşam bulmak amacıyla ya yurtdışına kaçıyor ya da kabuklarına çekiliyorlardı. Ezcümle, bu turnusol bazılarına fevkalade acımasızdı. Gözünün yaşına bakmıyor, en ufak bir yanlışı affetmiyor, foyalarını ortaya saçıyor, bütün boyalarını döküveriyordu.
Biraz geriye gidersek, turnusollar yokken bu ülkede çok vatan evladı boşu boşuna birbirine girmiş, boşu boşuna birbirine kırdırılmış. Aslında ikisinin de söyledikleri özde birmiş. “Emperyalizme son, go home Yanki.” Fakat turnusol yok ya ortada, dolayısıyla iletişim ve bilgi de geç sağlanıyor. İkisi de özde aynı şeyi söylerken az önce bahsettiğim ve bu turnusollar sebebiyle soluğu ya yurtdışında alan ya da kabuğuna çekilen tipteki adamlar nasıl olsa turnusol yok diye, bu cümleyi bir tarafa farklı bir tarafa farklı söyletmiş ve değil Yanki’nin gitmesi, bu sayede Yanki bu topraklara daha sağlam yerleşmiş. Bu tipteki adamlar şimdi hala bu çabada. Fakat neylersiniz ki karşılarına turnusollar çıkıveriyor ve boyalarını bir anda döküveriyorlar. Mezhebi kaşıyorlar olmuyor, sağ-sol mevzusunu kaşıyorlar çok bayat olduğu için kimse yemiyor, irtica, gericilik vs. diye dalış yapıyorlar bakıyorlar bununla suçladıkları insanlar kendilerinden daha eğitimli ve modern çıkıyor vs. vs. Nereden dikiş tutturacaklar? E, turnusollar da sen kendine bak diye anında yalanlarını yani boyalarını döküverince ortada kalıveriyorlar cızcıvlak. (Cascavlak da olabilir. Bu kelimeyi tam bilmiyorum Sevgili Okur. Affola.)
Bunun basit ve son örneğini, olay anında tesadüfen sosyal medya başında olduğum için anı anına yaşadım. Hakikaten hayret ve ibretle takip ettim mevzuyu: Volkan Konak. Dinlediğim bir sanatçı değil. Karadeniz benim tutkularımdan biridir. Müziği de, kültürü de. Karadenizliyim diye değil. Ankara’da yetiştim neticede. Bir şey oldum olası çeker beni Karadeniz’e. Bu bakımdan hiçbir şeyine toz kondurmam. Yani burada bir tavır yok. Sadece ilgimi çekemedi. Politik yönünü de samimi söylüyorum bilmem. Beni de ilgilendirmiyor zaten. Bana ne? Fakat sanatçı diye hiç tereddütsüz nitelendirebileceğim bir isim. Ve ben sanatçı diye nitelendirdiğim isimlere kim olursa olsun sahip çıkarım, sanat temelinde sanatçının korunması gerekliliğine inanırım. Mesele olay karşımda “Volkan Konak vatan haini denilerek silahlı saldırıya uğradı” diye zuhur edince, işte anında bu duyarlılıkla birlikte, “Geçmiş olsun Volkan Konak. Umarım bununla geçmiş olur.” Diye bir tepkide bulundum. Hiçbir zaman olayın aslına tam vakıf olmadan bir konu üzerinde ayrıntılı yorumda bulunmam. Bunda da öyle oldu. Fakat emin olun Volkan Konak’ın saldırıya uğraması gerçekten söz konusu olsaydı ve bu sonradan netleşseydi, çok sert tepki verirdim. Şimdi size şahit olduğum gözlemleri kısaca aktarayım. Tüm bunlar Volkan Konak “olayın benimle ilgisi yok” açıklaması yapana kadarki kısa süre içinde oldu. Bir taraf aldı yürüdü. “Atatürkçü olan sanatçılara açıktan saldırıya başladılar, bu kabul edilemez, o silahı tanıyorum, AKP yönetimi ülkeyi Teksas’a çevirdi, artık herkes kendi kuralını kendi koyuyor” vs. vs. Neler neler? Peki ya diğer taraf? Hemen Volkan Konak’ın Cumhurbaşkanına yönelik sözleri, işte gündüz bu sözleri etti, milleti kışkırttı” vs. vs. Fakat en çok şaşırarak okuduğum şuydu; “Volkan Konak bu mizanseni kendi hazırladı, kendi kendine saldırı yaptı.” Tüm bu yazılanları pinpon maçı izler gibi izliyorsunuz. Bir o taraf bir bu taraf. Biri bir şey yazıyor, diğeri hemen daha beterini. O ona o ona. Ve bütün bunlar çok kısa bir zaman zarfında oluyor. İki tarafta meselenin zeminini hazırlama daha olay netleşmeden gardını alma çabasında. İki tarafta aslında muhtemel bir saldırının sonuçlarıyla ilgilenmiyor. Çünkü o anlarda iddia edildiği gibi gerçekten böyle bir saldırı varsa, o sanatçı ölmüş de olabilir. Bu gerçek, kimsenin umurunda değil. Herkes sonradan haklı çıkabilmenin derdine düşmüş. Üstelik daha mesele anlaşılmadan. Şimdi burada filmi durduralım ve turnusolların olmadığını farzedelim. Bu kadar gaza gelmiş veya gaza getirilmiş iki taraf ne yapar? 80 öncesi ne yaptıysa onu yapar değil mi? Ki bu ve benzer olaylar o kadar çok zuhur ediyor ki. Neyse ki turnusollar hemen devreye giriyor da meselelerin aslı hemen anlaşılıyor. Volkan Konak meselesi nasıl sonuçlandı peki? Karadeniz insanı hangi fikirde olursa olsun son tahlilde çok dürüsttür. Çıktı ve şu bağlamda sözler etti; “Meselenin benimle ilgisi yok, basit bir bar kavgası, gece aleminde olur böyle şeyler, arkadaşlar abartmış.” Gördünüz mü basit bir bar kavgasından nerelere gelinmiş? Daha beteri, Volkan Konak’ın bu açıklamasına razı olmayanlar çıktı biliyor musunuz? 80 öncesi iki tarafı birbirine kırdırmak isteyen tiplemelere benzeyen birisi aynen şunu dedi; “Bütün ülke Volkan Konak’a destek mesajı atmış, adam çıkmış benle alakası yok diyor!” Pardon? Demese miydi? Turnusollar sayesinde zift gibi bir boyanın nasıl aktığını bu örnekle görebiliyor musunuz? İşte bundan bahsediyorum.
Demek ki günümüz turnusollarının insanların sürdüğü tüm kamuflaj boyalarını akıtmak gibi bir vazifesi ve yeteneği var bu dönemde. Ben bunu vazife olarak nitelendiriyorum çünkü, eğer bir foton kuşağını yaşıyorsak –ki yaşıyoruz- bir şeylerin bu sahte boyaları akıtması lazım. Öyleyse bize foton kuşağında bile akmayacak bir boya lazım. Çünkü hangi kesimden olursa olsun inanın bana şahıs bir yerde bu sahte boyalara meyletmişse o boya daimi olmuyor. Bir yerde mutlaka akıyor. Bu boyanın öyle sağlam olması için turnusollara fena halde yakalanarak diğer bir zift deryasına sebep olan bir kısım sahte hocanın da boyası olmaması gerekiyor. Çünkü onlar da bir bir akıyor. Eğer onların iddia ettiği gibi bu boya Allah’ın boyası olsa, onun renginin bu koyulukta olmaması lazım. Öyleyse bu boya direkt Allah’ın emrettiği üzere bizzat Allah’ın boyası olmalı. Hiçbir aracının değil. Peki, nedir bu boya? Üstad Elmalılı Hamdi Yazır’ın açıklamalarına katılmakla birlikte buna benim naçizane ilavem, bu boya dürüstlük boyasıdır. Sağ sol, şu mezhep bu mezhep nereden olursa olsun fark etmez eğer Allah inancı varsa ve Müslümanım diyorsa herkesin boyanabileceği bir boyadır bu.
Turnusollar hiç kimseyi ayırmaksızın er ya da geç bütün boyaları dökebiliyorsa, bu sağlam boyanın da herkesi kapsadığı çok açıktır. Bu turnusolları başarıyla geçenler de ancak bu boyanın künhüne vakıf olanlar olacaktır. Hristiyanların bir adeti üzerine inmiş bu ayet (Üstad Elmalılı’nın açıklamasına binaen), muhteşem ve çok ince mesajları içinde barındırmaktadır. Bu boya bütün boyaların üzerindedir. Batını işaret eder. Bir insanı suya sokup çıkarmakla elde edilmeyecek bir boyadır bu. İnsanın içinin boyasıdır. Bu öyle bir boyadır ki hiçbir turnusolün onu akıtmaya gücü yetmez. Çünkü insanın özüyle birleşmiştir. Böyle bir boyanın sahibi de ancak içini ve dışını aydınlatır. En önemli feneri de dürüstlüktür. Diyojen’i güpegündüz elinde fenerle dürüst insan arama serüvenine çıkartan şeyi biz bugüne kadar yanlış yorumlamışızdır, çünkü Diyojen de aslında bunu yapmakla yanlış yapmıştır. Diyojen’in o feneri tutması gereken ilk yer kendi içidir. Çünkü dışarıda bulacağı her şey spesifik kalacaktır. Asla arayışına da cevap olmayacaktır. Zira insan kendinde bulamadığı bir şeyi dışarıda arar ve kendinde bulamadığı bir şeyi dışarıda bulamaz. Bu bakımdan, bak o çağda bile dürüst adam yokmuş, bu çağda nasıl olsun edebiyatı afakidir. Bu kendinden ve özünden, daha da önemlisi kendi gerçeğinden kaçıştır. O gerçek, Diyojen’den o feneri bir süreliğine alıp Diyojen’in akıl edemediğini yapmak ve kendi içimize tutmakla ortaya çıkacaktır. Allah’ın boyası ile boyanmanın cevabı da oradadır.
Devir turnusollar devri. İyi ki. Bu devrin bize anlattığı çok şey var. Etrafımız akan boyalarla dolmuşken, en azından bir kez olsun kendimize şunu sormak hepimiz için evla olacaktır: “Acaba benden akan ne?” Böylece Diyojen misali güpegündüz vakitte elimizde fener, dürüst insan arama yanılgısına düşmeyeceğiz demektir.
Çünkü o feneri tutmamız gereken asıl yer bellidir.