ZİHNİ ÇAKIR
Beyinleri/fikirleri işgalden kurtarmadan coğrafyadaki kuşatmayı yaramayız!
Muhakkak ki kültürel yozlaşma bugünün sorunu değil. Sadece küreselleşmenin her alandaki baş döndüren hızıyla bugün biraz daha ön plana çıkan bir olgu. Kitle iletişim araçlarından bilişim teknolojisine hayatımızın her alanında hakimiyet kuran dış etkenlerin sayısının artması, sağlam temellere oturtamadığımız kültürel zenginliğimizde tahribatlara sebep oluyor.
Bizi diğer toplumlardan ayrı kılan, hayatı algılama biçimimizdeki farklılığı ifade eden değerler bütünü olarak tanımlayabileceğimiz kültürün, sistemli bir kültür emperyalizmiyle erozyona uğratıldığını kabul etmek durumundayız. Üzerinde yaşadığımız toprakları fiilen işgal etmek yerine beyinlerimizin, düşüncelerimizin, değer yargılarımızın, bizi başkalarından farklı kılan öz zenginliklerimizin işgale uğradığını görmekte geç bile kalıyoruz.
Elbette farklı toplumların değer yargıları birbirinden etkilenir. Küreselleşme ve her alandaki entegrasyon furyasının yaşandığı bir dönemde başka kültürlerden etkilenmemek de pek mümkün değil. Lakin belli merkezlerce domine edilen kültürel etkileşim bir benzeşmeye aynı olmaya dönüşmüşse bir toplum için en büyük tehdittir. Galiba bizim en büyük sorunumuz da bu. Çağdaşlaşma, uygarlık seviyesine ulaşma hedefini, sadece üzerinde yaşadığımız toprakları değil bu toprakları vatan edinme ve koruyup kollama refleksimizi de hedef alan kültürel saldırılara teslim olmaya, o yabancı kültürlerle aynileşmeye dönüştürdük. Bizi biz yapan değerleri, batının sapkın değerleri altında ezdik yok ettik.
İçinde bulunduğumuz durumu, asıl adı Émile Chartier olan Fransız Filozof Alain’in, “Aslanın vücudu yediği diğer hayvanların vücudundan meydana gelir, ama aslan her zaman kendisidir” sözleriyle açıklamakta hiçbir beis görmüyorum. Alain’in bu örneği, bir aslanın yediği diğer hayvanların şeklini almayıp yine aslan olarak kaldığıyla bir arada okuyalım. Yani aslan yediği hayvanın şeklini almaz, onunla aynileşmez, yine aslan olarak kalır ama yedikleriyle de beslenir.
Kültürler de böyledir. Hiçbir kültür yok ki bir başkasından etkilenmesin. Mimaride, sanatta, edebiyatta muhakkak bir etkileşim söz konusu olur. Ancak zemini sağlam kültürler, etkilendikleri kültürle benzeşmez, aynileşmez, sadece kendini zenginleştirir, güçlendirir, tıpkı aslanın yedikleriyle kendini güçlendirmesi gibi.
Kültürel yozlaşma sorunumuzu elbette yakın dönemle sınırlı tutmuyorum lakin, Mustafa Kemal'in vefatından sonra ülkeyi kültürel olarak işgalcilere teslim eden tek parti döneminin milli kültüre vurduğu darbeyi vuran bir anlayışa hiçbir dönem ratlanmamıştır.
Kendisini bir solcu olarak nitelendiren Atilla İlhan bile o döneme, milli kültüre ait ne varsa batılılaşma adına reddedilen, horlanan döneme şu sözleriyle isyan etmişti:
“Lisede Sophokles okuduk. Klasik Türk Musikisine sövmeyi, Divan Şiirini hor görmeyi, buna karşılık; kötü çevrilmiş Batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan Leonardo’dan önemsiz, Mevlana Dante’den küçüktü. Itri ise Bach’ın eline su dökmezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk.”
Atilla İlhan’ın bu isyanı bir kenara, Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte Mustafa Kemal’in sonradan pişmanlığını ifade edeceği harf devrimi de kültürel yozlaşmayı tetikleyen bir unsurdu. Bir gecede bütün değerlerinden koparılmış, kültürel zenginliğini gelecek nesillere aktaracak araçlar bir anda ortadan kaldırılmıştı. Cumhuriyeti kurumsallaştırmayı, Osmanlı’da vücut bulan kültürü de reddetme olarak algılayan Cumhuriyet iradesi, kendi elleriyle toplumu geçmişinden koparmış, toplumsal yaşamı yabancı kültürlerin istila alanına dönüştürmüştü.
Tek partili dönem bunu bir adım daha ileriye taşıyarak, Cumhuriyet rejimini korumanın milli kültürü reddedip batılılaşma adı altında yabancı kültürlere teslim olma şeklinde algılamıştı.
Mesela tek parti döneminin şakşakçısı sözde aydınların 60'larda kaleme aldığı makaleler ve kitapları sadece 10 yıl sonra 70’lerde bu toplumun anlayabilmesi için bir de tercümana ihtiyacı vardı.
O anlayış, dilimizi zengin kılan kavramları bir kenara atarken kimi uydurulmuş kavramlarla dil zenginliğimize tarihin görebileceği en büyük sabotajı uygulamış, Türkçenin konuşma zenginliği 3-5 yüz kelime ile sınırlandırılmıştı. Bugün durum farklı mı derseniz maalesef belki o günden daha beter durumdayız.
Bize Yunus Emre’yi, Hoca Ahmet Yeseviyi, Gaspralı İsmail’i, Karamanoğlu Mehmet Bey’i unutturanlar, topraklarımızla birlikte ortak değer yargılarımız olan kültürel zenginliğimizi de istila politikası güdenlere kapıları sonuna kadar açtılar.
Bu duruma isyan edenlerden biri de Cemil Meriç’tir.
Meriç, bir kişinin aydın olabilmesi için mutlak surette kendi dilini çok iyi bilmesi gerektiğini söyler ve devam eder: “Aydın olmak herkesin hakkıdır. Ancak bu da bir çok şartlara bağlıdır. Önce kendi dilini, tarihini bilmek”. Oysa bu ülkede aydın diye nitelendirilmenin öncelikli şartının, kendi dilini, kendi tarihini ve kendi kültürünü reddetmek olduğunu kimse inkar edemez.
Aydın sınıfında anılabilmek için bu toplumun temel değerlerine, tarihine küfretmenin öncelendiğine dair az örnek mi var önümüzde.
Mesela Orhan Pamuk gibi, tarihinden habersizce, bu milleti soykırım yapmakla suçlayanların “aydın” tamlamasını hak etmesi için NOBEL Edebiyat ödülüyle taçlandırıldığına daha dün tanıklık etmedik mi? Pamuk’un kitaplarına baktığınızda dilimizin zenginleştirilmesi yerine kısırlaştırılması projesini ilmek ilmek işlediğini reddedebilir miyiz? O kitaplarının kültürümüzün içine atılmış birer dinamit olduğunu inkar edebilir miyiz?
Aslında bu duruma yine Cemil Meriç’in yıllar evvelki tespitiyle göz atmakta yarar var. Meriç, sözde dil devriminden alıp “milli şef” dönemine kadar getiriyor kültürümüzü yaşatmanın en önemli aracı olan dilimizdeki tahribatların kaynağını: “Mustağripler, zaferin sarhoşluğuyla bedahetlere meydan okurlar. Hiç bir ülkenin eşine rastlamadığı bir Vandalizme inkılâp adı verilir: Dil inkılâbı. Bu aşırı tasfiyecilik çıkmaza saplanınca sahneye yeni bir nazariye çıkarılır: Güneş Dil Teorisi. Bu dâhiyane buluş, intelijansiyanın namusunu kurtarır. Türkçe bütün dillerin anası olduğuna göre özleştirmeğe ne lüzum var... Ama bir kere ok yaydan fırlamıştır. İntelijansiya ebedi şef'in ölümünden sonra büsbütün gemi azıya alır. Dil devrimi politikanın emrindedir artık. Ona dil uzatmak, devlete karşı koymaktır. Aydının tek hürriyeti vardır: dili tahrip. Mektepler, nesillerin hafızasını nesebi gayr-i sahih ‘tilcik’lerle doldurur. Güdümlü basın bu yıkıcılığa alkış tutar.”
Meriç’in ifade ettiği güruhun, uydurma bir dil çabasını da nazara almakta yarar var. Sırf kendi dilinden uzaklaştırmak için üretilen bu dilin sonucu, Cemil Meriç’in yukarıdaki ifadelerini bile anlamakta zorlanan bir neslin temelleri atıldı maalesef.
Hal böyle olunca, dilindeki zenginliği ve bütünlüğünü ortadan kaldırılmış her yeni nesil sistemli bir şekilde kültürüne yabancılaştı, yabancı kültürlerin istilası altında adeta yok oldu.
Sanırım, yerlilik ve millilik mücadelesinin topyekün yürütüldüğü, bunun bir devlet politikasına dönüştüğü bu dönemde, işe geçmişinden koparılmış bu toplumu geçmişiyle birleştirmekle barıştırmakla başlamamız gerekiyor.
Düşünün ki, bu milletin kendi değerlerini, kültürel zenginliğini içinde barındıran arşivler bile Genelkurmay’a kilitlenmiş, askeri oligarşinin korumasına bırakılmış. Neden? Rejimi korumanın yolu toplumu kendi değerlerinden, öz kültüründen koparmakta ve uzaklaştırmakta aranmış da ondan.
Hal böyle olunca, geçmişinden koparılmış, milli kültürüne yabancılaştırılmış bir toplum, üstelik devletin kim tarafından tayin edildiği bile belirsiz politikalarıyla, yabancı kültürlerin istilasına terk edilmiş.
Madem millileşme ve yerlileşme yeni Türkiye’nin bir hedefi öyleyse hadi her alanda yerli ve milli olmanın gereklerini yerine getirelim. Milli kültürümüzü küllerinden diriltelim. Kolay değil belki ama öncelikli olarak da “aydınlarımızı” ve “politikacılarımızı” millileştirip yerlileştirelim.