İNANÇ YILAN
Recep İvedik 5
Serinin yeni filmi beyazperde de yerini almağa hazırlanırken ilk dördüne dair yapılan eleştirilerden fazlaca etkilenmediği tanıtımından anlaşılıyor. Aslında Recep İvedik’e haksızlık yapıldığı da muhakkak. Karşısında konumlandırılan örnek “Bir Zamanlar Anadolu’da” olunca içinden çıkılamaz bir tartışma yumağı içinde kıvranıyoruz. Birisi tüket geç, diğeri anlatım sorunlu derken sinema sektörü kendini ya gişede ya da festivallerde tüketiyor. Kutsal soru şu; Gişe başarısı mı esas, festival izlencesi mi? Sorunun bir şekli de şöyle; Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan... Çünkü değerlendirme ölçütlerimizle, değerlendirdiğimiz eserler örtüşmüyor! Herkes izlemişse kötüdür, kimse bir halt anlamadıysa harikadır!
Skeçlerin/epizotların arka arkaya sıralanmasından ibaret günümüz güldürüleri ile kaybolmuş kimliklerin anlatımından ibaret festival filmleri, işte hepsi bu. Ancak en başından dürüstçe kendimizi sorgulayamadığımız için “Milyoner” ya da orjinal adıyla “Slumdog Millionaire” olan 2008 yapımı Hint filmi benzeri bir başarıya dahi imza atamıyoruz. Adamlar 8 Oscar topladı, Hindistan’ın arka mahalle öyküsüyle...
Asıl sorun şu ki; Kafamız çok karışık! Taraf olmakla Müşteri olmak arasında sıkışıp kaldık.
Müşteri kimliğine geçişimizin tamamlanmasıyla birlikte; tüket, hesabı öde ve yeni ürün için sıraya gir mantığıyla, ben bu dünyaya ait değilim, bunu da ispat edebilirim tavrı arasında sıkışıp kaldık.
Köşe yazısı mı okuyacaksınız, hemen sizin için hazırlanmış köşeyi satın alın ya da o köşeye sıkışmış boksör edasıyla öfke kusum işini bitirmek için çırpının.
Geçelim dizi filmlere. Her bölümde ihanet, aşk, entrika, skandal vesaire bitmek bilmezken, bir de bakıyorsunuz iki göz değidirme aralığında konu bitmiş. Sonuç, iki saatl içinde yer yer Grinin Elli Tonu ile Dallas arasında gidip gelen seyirci.
Futbol mu izleyeceksiniz, gerek yok, boşuna heyecanlanıp da ömrünüzü tüketmeyin. Maç sonrası tartışma programlarına takılın yeter. Zaten saha da futbol yok, yerine TV’de futbol oynuyormuşçasına anlatan adamlar var. 3-5-2 veya 4-4-3 yada 5-2-3-1 şeklinde ne eskiden ne de sonrasında hiç bir işe yaramayan dizilişleri anlatan bu güruh var ekranlarda. Ki onların sayesinde “Demek ki bu Hoca takımı sahaya dizemiyor” anlayışıyla yenilgiyi kabul eden bir taraftar topluluğu oluşturuldu. Hoca, sahaya takımı nasıl dizecek? Süvariler öne, atlılar arkaya, okçular merkeze mi! Taktiği ve tekniği olmayan futbol kültürümüzün bizi taşığıdığı noktadır, bu pozisyonda kart/faul/ofsayt var mıydı tartışmalarına gömülüp gitmek!
Bir dönem Galatasaray’ın hocalığını da (2009–10) yapan ünlü futbolcu ve teknik adam Frank Rijkard’ın belki de ülkemiz futboluna yaptığı en büyük hizmetti giderayak yaptığı tespiti; “Türk futbolunda her şeyden biraz var ama hiçbir şey tam değil”
Ondan çok önce Galatasaray formasını terleten (1970–76) Metin Kurt ise “Futbol arsada güzeldir, borsa da değil” diyerek bugüne dair en güçlü tespiti yapmıştır. Gerçi kendisinin Galatasaray’dan kovulmasının sebebi de özlük haklarını arama çabalarıdır ya, o da ayrı dram. Belki bir gün onu da anlatırız ama o gün bu gün değil. Böylece Metin Kurt’tan Hakan Şükür’e dönüşen futbolcu popülasyonumuzu daha iyi anlarız.
Sonuç olarak müşterisine konserve ürün sunan markalarla çevriliyiz. Siyaset, spor, medya, sinema ve benzeri her alanda; Düşünüp de kendini yormak istemeyen bir topluma dönüştük. Gülmek mi istiyorsun... Al sana harika bir güldürü. Şimdi “Gözlerimi Kaparım, Vazifemi Yaparım” ağır gelir. Al bileti, gir içeri iki saat sonra çık, git. Ne oldu, çok güldün... Sonuç Türk Sineması tarihinin en iyi gişe sezonunu geçiriyor, daha ne istiyorsunuz.
Külup satış mağazaları para basıyor, boru mu! En büyük stadlar bizim, hatta isimlerini de “arena” koyuyoruz. Çünkü gladyatörler var sahada, topun oyunda kalma süresini boş ver kardeşim! Topsuz oyunda bizden daha başarılı bir ülke yok. Maçın yarısı top yokken futbolcular arasında süregelen kavgalardan ibaret. Seyirci mutlu mu! Fazlasıyla...
O zaman neden “Recep İvedik 5” linç edilerek, günah keçisi kabul ediliyor. Türk sineması katledilmişmiş... Hayır... Artık müşteriyiz. Siyaset, spor, televizyon, sinema, gazete adını ne koyarsanız koyun, okuyucu, izleyici ya da takipçi bitti. Yaşasın müşteri yönetimi.
Şimdi anlayın işte “Hayır” ile “Evet” arasında ki kabul veya reddin neden taraflara göre ihanet ölçütü olduğunu... Müşteriyi kızdırmamak lazım.
Ne diyorduk; Anın tadını çıkar.
Belki bir gün başımıza ne geldiyse “O”, anın tadını çıkarmak ya da kurtarmak yüzünden geldiğini elbet bir gün anlarız.
Anlamamız gereken şeyse çok basit; İyi senaryodan kötü film çıkabilir ama kötü senaryodan iyi film çıkmaz...