NUR SÜMEYRA
Rüzgârlı geri mi geliyor?
Milli Mücadele yıllarında, Milli Mücadele’ye desteğin basın ayağını kim oluşturuyordu diye bir soru sorulursa şayet, buna kuşkusuz verilecek tek cevap vardır; Ankara Basını. Milli Mücadele’nin merkezi konumunda da olan bu şehir MİLLİ bir basın anlayışını o günlerde inşa etmeye başlamıştır.
Bunun bakiyesi işte Rüzgârlı idi. Sonradan İstanbul yeniden her şeyde merkezileşme -sanayii, ticaret, kültür, turizm, vs.- konumunu, tek elde toplamaya azmedince Ankara basını da yavaş yavaş İstanbul’a taşınmış, efsanevi Rüzgârlı’nın yerinde yeller esmeye başlamıştır. Şimdi orası maalesef evye, musluk, kapı kulpu satış yerine dönüştü. Her şey bende olsun diyen, güzel olduğu kadar kıskanç da olan bu şehir, ben narinim her şeyi üstlenirsem bunu bir gün taşımam zorlaşabilir, birazını paylaşayım demiyor ve basının da merkezi olmayı üstleniyor. Naçar kalan sair yayınevleri ve basın kuruluşları da ya kapanıyor ya da canını dişine takıp İstanbul’a taşınıyor. İstanbul sadece lütfedip bu sair yerlere şubeler açıyor. Mesela Ankara’da yer alan büyük gazetelerin şubeleri gibi. Merkez yine İstanbul. “Ne var işte, aynı şey, ne diye sen de İstanbul’u kıskanıyorsun?” Demeyin. Birincisi kıskanmıyorum, ikincisi aynı şey değil. Büyük farklar var. Şubelerde beş on gün kişi çalışır. Ve şubeler ana merkezlere bağımlıdır. Bağlıdır demiyorum, dikkat edin. Bağımlıdır diyorum. Evet, bağlıdırlar aynı zamanda ama bağımlı olmak da başka bir şey. Yani kısaca tam olarak özgür değillerdir. Sadece fikren değil, teknik olarak da. Mesela istedikleri haberin tam metnini giremezler, mesela alan kısıtlıdır ona göre kesip biçerler yazıyı, mesela istedikleri yazarlara yazı yazdıramazlar. Yazanlar da sadece ve sadece kulis gazetecileridir. Geri kalanlara iş de imkan da yoktur. Ne yapsın yani şimdi iletişim mezunu gazetecilik aşkıyla yanan onca genç veya istidadı güçlü onca kalem ehli? Hepsi İstanbul’a mı taşınsın? Bilmem asıl meramımı anlatabiliyor muyum? Mesele benim kıskançlığım değil yani. Mesele İstanbul’u kıskanç yapanlar. Mesele İstanbul’a her türlü yükü –sanayiden, basına- yükleyenler. Mesele İstanbul basınını yegane basın otoritesi olarak görüp sair şehirlerdeki –Ankara dahil- basını küçük görenler. İstanbul zaten hep tepeden bakar Ankara’ya. Bu ayrıntı da onlardan biridir. (Bu konuya itiraz edecek olanla, meselenin tarihi köklerinden başlayarak her türlü tartışmaya hazırım.)
Hâl böyle olunca zamanla işte, Rüzgârlı’yı da bitirdiler azizim. Bitirdiler de ne oldu? Başları göğe mi erdi? Yerine Bâbıali mi geldi yeniden? Hani şu güzelim yokuş? Güldürmeyin beni.
Neyse.
Ankara’da gazetecilik zordur. İlkin maddi bağlamda zordur. Bütün gelir kaynakları da –reklam, tanıtım vs.- İstanbul’daki merkezi basına yani eski deyişle kartel medyasına aktığı için zordur. Öyleyse cümleyi biraz daha düzgün kuralım. Ankara’da bağımsız gazetecilik zordur. Ya ayakta kalmak için kapatıp yayınınızı, bu merkezi basından birinin şubesi haline geleceksiniz, tabi onların koyduğu kota ölçüsünde haber yapabilir yazı yazabilirsiniz, ya da çok büyük fedakarlıklarla bu işi göğüsleyeceksiniz. Yani sırf vatan millet aşkıyla, gerekirse hiç arkanız olmadan taşın altına gövdenizi koyarak, her türlü saldırıya karşı duracaksınız.
Yazın sonlarında Sayın Zihni Çakır “yazar mısınız Avaztürk’te?” diye bir teklifte bulunduğunda hem onur duydum hem de çekimser kaldım. Çekimser kalışımın tek sebebi, kişisel sebeplerimdi. Uzun zamandır yazmıyorum ve kendimi farklı bir alana yönlendirdim. Bu yönlendirdiğim alanda objektiflik ilk şart. Gerçi gazetecilikte de ilk şart bu. Fakat kötüye kötü demek ne kadar erdemse, iyiye iyi demek daha büyük erdem bana göre. Hele de bu devirde. Fakat şöyle bir durum var. Kötü bir meseleye kötü dediğinizde bazı insanlar sizi taraflı zannedip veryansın edebiliyor, iyiye iyi dediğinizde de diğer bir kesim sizi yerin dibine sokup vay yandaş, tü sana filan diye veryansın ediyor. Halbuki mesela başka bir zaman muhalefetin iyisine de iyi diyorsunuz. Hani iyiye iyi diyebilmeyi de erdem diye niteliyorsunuz ya. Bu sefer de vay şöyle vay böyle. Komplike ve bıçak sırtı bir durum kısaca. Objektifliğinizden siz emin olsanız bile, çamur at izi kalsın misali insanlar sizi mütemadiyen herhangi bir kesime mal etme peşinde olabiliyor. Fakat benim asıl sebebim bunlar değildi. Yani “şimdi yazacağım, iyiye iyi desem bir kesim yuhalayacak, kötüye kötü desem diğer bir kesim yuhalayacak, bir etiket vuracaklar sırtıma, bu da yönlendiğim diğer alana zarar verecek. Objektifliğim sorgulanacak” çekincesi değildi. Çünkü herkes kendince yorumlar sizi. Bundan kaçış yok. Görmek istediği gibi görür. Son derece objektif bir bilim insanı olsanız bile. Tanıdığım böyle bir insan var mesela. Siyasi hiçbir şeye karışmaz. Ama hiçbir şeye. Sadece kendi ilmi çalışmalarıyla ilgilenir. Ona bile, ketum, kim bilir ne büyük şeyleri var ki onu gizlemek için böyle tavır alıyor diyenleri gördüm. Bunu da duydum ya! Gözlerimi faltaşı gibi açıp “pes!” dedim içimden “vallahi pes!” Muazzam şüpheci bir dönemden geçiyoruz yani. İşte Sayın Zihni Çakır bu teklifi yaptığında ben bu zihin dünyası içinde, karmakarışıktım. Fakat diğer taraftan, dayanamıyorsunuz da. Bir şekilde –yine yazarak- meselelere tepki veriyorsunuz. Bunun gazetecilikle veya bilimle uğraşmakla bir ilgisi yok ki. Her Türk vatandaşı verir bu tepkileri. Ve bu tepkiler neticesi bir kesim yuhalar, bir kesim alkışlar, sonra başka bir şey dersiniz alkışlayan kesim yuhalamaya başlar, yuhalayan kesim alkışlar vs. Kaçış yok bundan yani. Ama benim bir bitkiden farkım var. Ve bu fark beni bilhassa ülkemle ilgili meselelerde doğru bulduğumda takdire, yanlış bulduğumda da eleştirmeye zorluyor. Öyleyse niye bunu tekrar yazarak yapmayayım? Yaklaşık bir ay sonra Sayın Zihni Çakır’a “yazmak isterim” dedi.
Çünkü Sayın Çakır, kendi sınırlı imkanları içinde çok büyük bir iş yapıyor bugün. Ankara basınını canlandırmaya çalışmakla beraber, hiçbir yere sırtını dayamadan son derece objektif, erdemli bir yayın çizgisinde hareket ediyor. (Öyle zannediyorum ki o sırt önce Allah’a, sonra millete dayalı.) Bugün hükümete yakın medyanın yazamadığı her şeyi yazdığı ve haberleştirdiği gibi, hükümete (ya da sadece Sayın Cumhurbaşkanına diyeyim) muhalif medyanın da bütün iddialarını çürüterek, gerçek bir mücadelenin nasıl olması gerektiğini gösteriyor. Hükümete yakın medyanın uçak seyahatlerinden ve gezilerden vakit bulamadığı her türlü tuzak haberin, tuzak oluşumların peşine düşüp, ipliğini pazara çıkarıyor. Hükümete yakın medyanın bütün rehavetinin açığını Sayın Çakır tek başına kapatıyor desek abartmış olmayız. Tabiri caizse avaz avaz bağırıyor. Ta ki sesi duyulana kadar. Ta ki kurulan tuzaklara dikkati çekene kadar. Bunları yaparken tek bir farkı var onun. Kimseden bir şey beklemeden, samimiyet içinde, vatan esaslı hareket ediyor.
Sayın Zihni Çakır’ın birçokları uykudayken başlattığı FETÖ mücadelesi zaten herkesin malumu. Yazdığı kitaplar ortada. Bu çerçevede yine Fetö’nün tuzağıyla tuzağa düşülüp bazı mağduriyetler yaratılmasının önüne geçilmesi noktasında verdiği mücadele de hiç öyle hafife alınacak bir mevzu değil. Bu bile tek başına hakkaniyetli bir gazetecilik örneği. Ona keza Ankara’da Melih Gökçek döneminden başlayarak ele aldığı konular hiç yabana atılır nitelikte değil. Her babayiğidin harcı da değil. Yani Sayın Çakır AvazTürk’ten avaz avaz bağırıyor. Şimdi o ses yepyeni FETÖ’lerin önüne geçilmesi için haykırıyor. Tek çıkarı, canımız Türkiye’mizin selameti olan o sese sesimizle biz de katkı sunabilirsek ne mutlu.
Eski bir ANKARA gazetecisi olarak Sayın Zihni Çakır’da gördüğüm bu azim, bu heyecan, bu samimiyet, bu fedakarlık ve çalışkanlık beni sadece Ankara basını adına değil, tüm Türk basını adına umutlandırıyor. Rüzgârlı mecazen yeniden canlanıyor diyebiliriz. Milli bir ruhla; hiç abartısız göbeğinde olduğumuz Milli Mücadelemizde, Milli basının en önemli örneği olmaya Sayın Zihni Çakır’ın önderliğinde AvazTürk aday. Ankara merkezli basında Milli bir rüzgar dalgalanıyor bugünlerde.
Bu rüzgârın tüm Türkiye’de esmesi umudu ve duasıyla…