ZEHRA BETÜL ÖZSEÇER
SÖZLER ZAMANSIZDIR
Sözler zamansızdır.
Onları zamansızlıklarını bilerek
söylemeli ya da yazmalısın.
Halil Cibran
Madem hoş bir seda ile merhaba dedik ve ardından düşüncelerimizi kelimelerimize hapsettik. Bu mahkumiyetten kurtulmanın yolunun, mahkumluğu anlatmaktan geçtiğini düşünerek yazmaya devam edelim. Geçtiğimiz haftalarda düşüncelerimizin; hayatımızı inşa ettiğini, üstelik sadece kendi hayatımızı değil bütün bir evreni inşa edebilecek güce sahip olduğunu söylemiştik. Ancak bu gücün kelimelere tutsaklığından da bahsettik. Bu dünya tutsaklığımızın kelime dağarcığımız kadar olması inanılmaz bir deneyimdir aslında. Halil Cibran “sözler zamansızdır” derken kelimelerdeki gücü sanki birkaç ömür yaşamışçasına tariflemiştir. Zamansızlık; zamanın ötesinde olma, geçmişin ve geleceğin ortadan kalktığı, “an” halidir. Demek ki; kelimeler, zamanın ötesinden gelen titreşimlerdir aslında. Zaman bizi doğrusal bir çizgide olduğuna inandırsa da, belki de o sadece anlardan oluşan çok girift geometrik bir şekilden ibarettir. Yada sadece başladığı ve bittiği yer aynı olan bir nokta. Kısaca; geçmiş ya da gelecek; anlardan ibaretse eğer; belki de evren her an tüm varlığı ile yeniden yaratılırken, bu yaratılışa kelimeler de eşlik etmektedirler. Bu iştirakın en güzel örneği aslında Yaratanın, yaratılanla iletişime geçmek için kelimeleri tercih etmesi ve kelimeleri insanoğluna bahşetmesidir diye düşünüyorum. Bu elbette ki kişisel yorumumuzdur ancak kutsal olanın mucizesi bütün zamanlara hitap etmesi değil midir? Onca yaratılmışın üzerine kelimeleri yaratmayı ve yaratılmışı kelimelerle tarif etmeyi tercih etmesi kelimelere yüklediği gücün delili değilse nedir?
Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi. Bakara 31
Peki tek bir ömürde kelimelerin gücünü anlayabiliyor olsaydık, dilimize karşı açılan bu savaşa sessiz kalmamız mümkün olur muydu? Hatta çoğu zaman bu çetin savaşta düşmanla aynı safta yer alabilir miydik? Savaş diyorum, üstelik çetin diye niteliyorum çünkü kelimeleri kaderimize kadar getiren Gandi’nin zamanından, kaderimizin kederimize dönüştüğü Hudayi Nabit’in zamanlarına ilerlemekteyiz. Eğitimin kılcal damarlarımıza kadar ilerlediği bu dönemde doğa da kendi kendi yetişen anlamına gelen bir mahlas seçen Hudayi Nabit’in doğanın ve doğal olanın insanın ufkunu ne kadar genişletebileceğini göstermek için sarf ettiği çabayı biz de kaderimiz kederimiz olmasın diye mi sarf etmeye çalışıyoruz? Ne de olsa dört bir taraftan kuşatılmış, kelimelerimizin unutturulmaya çalışıldığı distopik zamanlardayız. Bu karamsarlığımı belki biraz aydınlatmam gerekecek. Bu aydınlatmayı ise ancak kelimeleri doğru yerinde ve zamanında kullanarak, cümlelerle yapabileceğimin ancak bu konuda hiçbir zaman tam olamayacağımın farkındayım yine de denemekten geri durmayacağım. Sosyal medya üzerinden gidince çok klişe olacağının da, günümüzde sosyal medyanın en çok kullandığımız iletişim aracı/engeli olduğunun da farkındayım.
Kullanım amacımız ve şeklimize göre hayatımızdaki yeri ve önemi değişen bu sistemde, dilimizin körelmesi yada köreltilmeye çalışılması asıl değinmek istediğim mesele. Bir toplumun kelimelerden mahrum bırakılmasının ne denli bir mahrumiyete sebep olabileceğini anlamaya ve anlatmaya çalışılması/eskizidir bütün bu yazmalar. O yüzden en çok anlatılamayandan yani “acı” dan dem vuralım isterim. Enteresan bir şekilde insanoğlu acı duygusu üzerinden gitmeyi tercih ediyor nedense her seferinde. Onca yazılmış, yazılamamış şiirler; şairlerin ızdırablarını konuk etmektedirler. Şairler, çok çektikleri için yazmazlar, belki çok yazdıkları için çekerler bu ızdırabı ama kimse bu durumun farkında bile değildir. İşte tam da bu nedenle kelimeler ızdırabın sonucu değil nedeni oluverir birden. Bu konuluk ise bundan dolayı uzar ve gider. Hep bir sancı ile tarif edilen bu durum; belki de duyguların, kütlesinden daha küçük kalıplara sokulmaya çalışılmalarındandır. Bundan kurtuluş var mıdır? Yoksa bu ızdırap, sadece bir bağımlılık mıdır? Bilinmez ama her yeni kelime, sadece hapishanemizi büyütmekte ve belki de zindanlarımızda gökyüzüne açılan ufak bir pencere olmaktan öteye gidememektedir. Yine de kelimeler nefes almak için, umut etmek için, dünyamızın ötesini anlamak ve kavramak için dizayn edilmişlerdir. Bizler de Onca şairlerin, belki de sadece yazdıkları/yazabildikleri için çektikleri ızdırabın farkındaymışız gibi; sanki bir kaçış olarak duygularımızı anlatan kelimeler yerine sembolleri tercih etmeye başladık günümüzde. Yoksa bu semboller acaba bizleri duygulardan uzaklaştırarak duyarsızlaştırmaya yönelik bilinçli bir hareket mi? Neden duygusuzlaşmamızı yada duyarsızlaşmamızı istiyorlar? Ve benzeri bir çok soruyu sormamak koca bir ömre haksızlık olmaz mı?
Belki farklı bir örnekle yazımıza veda etmeliyiz. Fransız yazar George Perec, Papualılardan esinlenerek, kaybettiği ailesinin anısına “Kayboluş” isimli romanında, Fransızcada en çok kullanılan sesli harf olan “e” harfini hiç kullanmamıştır. Yani “e” harfini kullanmadan bir roman yazmıştır. Papualılarda dil oldukça yoksundur; çünkü kabilede birisinin ölümünün ardından, yas tutmak amacıyla bir yada birkaç sözcük silinmektedir. Bu durumda basit bir matematik hesabı ile bir kelime eşittir bir ömür desek yanılmış olmayız herhalde. Gerek günlük kullanımımızda gerek mesajlaşmalarımızda ya da sosyal medya üzerinde kelimelerimizden bu kadar kolay vazgeçebiliyor olmamız koskoca bir ömürden vazgeçmek gibidir belki de. George Perec kaybettiği ailesinin ardından sadece bir kitabında e harfini çıkararak bu sese kulak vermiştir. Umarım bizler de bu sesin farkında olur ve kelimelerimize sahip çıkarız. Ne de olsa düşüncelerimiz kelimelerimize tutsak, kelimelerimiz kaderimize hakim, kaderimiz kederimize dönüşmesin. Kelimelerle kalın…