HARUN YILDIRIM
Yitik düşler ülkesi ve Araf’ta kalan benliğimiz!
Kimyamız mı bozuldu nedir; ne sözlerimizin manasında buluyoruz kendimizi ne de dilimiz manalı bir şey söyleyebilecek kadar güçlü oluyor çoğu zaman. Dip yapmış melankolik bir ruh haliyle kimimiz derin bir edebiyatı sığ dünyasına devşirme gayreti içinde kimimiz de tüketilmişi tüketerek yaşamayı marifet sayan söz cambazlığının esaretinde yaşayıp gidiyor... Artık ne sözlerimiz bir mana derinliği taşıyor ne de dilimiz derinliği olan kavramlarla buluşup kalplere nüfuz edebiliyor. İsmet Özel’in de dediği gibi “Çürük dil tokuşturmaları” içinde yaşayıp gitmeyi marifet saymışız, kimsenin keyfimizi kaçırmasına da müsaade etmiyoruz üstelik...
Yeri yurdu olmayan kelimelerle izah etmeye çalışıyoruz kendimizi çoğu zaman. Kelimeleri ateşlerde yıkamış şairlerin söz dizinlerinden ne koparabilirsek kar sayıyoruz artık. Çünkü heybemizde bir şey biriktirmemiş yaşadığımız hayatlar ve oyalanıp durmuşuz birkaç hüzünlü hikayenin dar sokaklarında. Ne amaçlarımızı sorgulamışız ne beklentilerimizi… Birkaç ham hayale tutunup sınırlı bir ömre sürgün etmişiz kendimizi vesselam…
Bir kimlik bunalımını süslü cümlelerin insafına terk ederek bir nesli mahvediyoruz lakin kimse kimsenin umurunda değil sanki. Gençlerimiz 68’lilerin kendilerini tarif etmede kullandıkları kayıp nesil kavramının hakkını vermek istercesine dik aşağı sürüklenip gidiyorlar. Yeni bataklıkların keşfi için gülistanı terk eden bir nesil ve bu terk edişi “Ben yaşayamadım bari çocuğum hayatını yaşasın” zevzekliği içinde umarsızca seyreden anne babalar…
Sosyal ve psikolojik devinimleriyle baş edemeyen fertlerin oluşturduğu toplumlar tutuldukları özgüven yitiminin de tetiklemesiyle hayatla aralarında yaratılışlarının hikmetine bağlanmış o güçlü bağları göremeyeceklerdir. Bu gerçek derinliği kavrayamayışın ortaya çıkardığı boşluklar içinde bocalayanlar bir süre sonra okumanın, öğrenmenin ve bir amaç uğruna çaba sarf etmenin kutsiyetini meşakkat olarak görecekler ve de kendilerini gerçeklerin rahatsız etmesini engellemek için ilmi, bilgiyi ve tecrübeyi küçümseyen bir laubalilik içinde yaşamlarını sürdürmeyi tercih edeceklerdir.
Zamanın hızla akıp giden bu hengamesi içinde kendinden her geçen gün uzaklaşan insan, kendini ve yaşamının gerçeklerini unutmak, düşünmemek yahut hatırlamamak için sürekli olarak kendine yeni meşgaleler üretmeyi yeğlemektedir. Kişinin kendiyle hesaplaşmasından uzaklaşması demek ise yaratılıştan getirdiği fıtri özelliklerine dair farkındalıklarını yitirmesi anlamına gelecektir. Şimdi biz her geçen gün yenilenen ve hiç duraksamadan kendi seyrinde ilerlemesini sürdüren bu zamanda istikamet nereye, maksat nedir, kutsiyet düşlerinin neresindedir, hak ve adalete riayet ederek yaşıyor musun diye insanı ve dahi insanın nezdinde de insanlığı sorgulayan cesur bilgelere de sahip değiliz artık. İşte bu yüzden kendimize yenilmelerimizin acısını görmezden geliyoruz, yok sayıyoruz ve benlik duygumuzu tatmin edebilmek için her şeyi normalleştirebiliyoruz.
Kabul etmeliyim ki görünürde kötünün iyiye, haksızın haklıya galebe çaldığı bir zamanda yaşıyoruz. Adalet duygumuz her geçen örseleniyor. Manevi muhteviyata sahip kavramların hayatımızdaki derinlikleri kayboldukça bu kavramların yerini hırs, tamah, daha çok kazanma ve ne olursa olsun, ne şekilde ve hangi yoldan kazanılırsa kazanılsın mutlak başarıya odaklanmış duygusuz, sevgisiz, anlayışsız bir nesil yetiştiriyoruz. Hor kullanılan her şey gibi kelimeler bile artık layık olmadıkları ağızlarda dolaşmaktan yoruldular. Kavramların içi boşaldı. Kimse gerçek manada birbirine ne söylediğini artık idrak edemiyor. Farkındalıklarımızı yitirdik, hoşgörülerimizi öldürdük, selamlaşmalarımızı unuttuk ve şikayet ediyoruz durmaksınız kaybettiğimiz değerler içinde yeni kayıplarla karşılaştıkça…
Aslında tüm bu sözlerimin tek cümleyle özetleyip şunu söylemem de mümkündür: “Rızaya dayalı toplumsal bir çöküş yaşıyoruz ve bilerek ve isteyerek kendi geleceğimizi kendi çocuklarımız üzerinden mahvediyoruz.” Evet aynen yaptığımız budur diyebilirim. Çocuklarımız kayıp nesil olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Okula gönderdiğimizi sanıyoruz çocuklarımızı ancak gençliğin bohem duygularını sınırsız haz duygusuyla süfli bir tutkuya dönüştürdükleri mekanlarda onlara musallat olan iblislerin varlığını dahi umursamıyoruz. Bize çocuklarımızla ilgili bir şikayet gelse şikayet edeni azarlayıp kendi çocuğumuzun hatalarını hep aynı kirli pencerenin ışığıyla yıkamaya çalışıyoruz: Ben yaşayamadım bari o hayatını yaşasın.