ZEHRA BETÜL ÖZSEÇER
Fikri Hür, Vicdanı Hür, İrfanı Hür nesillere mektup
Bedava yaşıyoruz bedava
Hava bedava bulut bedava
Orhan Veli KANIK
Doğanın bize sunduğu nimetleri hunharca harcayıp, bu tüketimimizi haklı çıkarmak için de kendimize milyonlarca bahaneleri sıraladığımız bir çağdayız. Adına da “medeniyet” diyoruz. Medeniyet adına işimizi kolaylaştırmak için yaptığımız her bir hamle bir gedik açıyor ömrümüzde. Açılan bu gedikleri yamamak için yeni gedikler açıyoruz ve kervanı yolda diziyoruz her seferinde. Marjinal gruplar oluşturuyoruz. Marjinal gruplara karşı çıkan başka marjinal gruplar oluşuyor kendiliğinden akabinde. Tüm bu marjinal gruplar kendi faşizmini doğuruyor. Hüküm sürüyorlar üzerimizde ve kendimizi bu gruplara olan mesafelerimizle tanımlıyoruz; ne kadar yakın ya da ne kadar uzağız. Bu mesafeyi ayarlamaya çalışmak; bazen bizleri doğruyu görmekten alıkoyuyor, bazen de doğruyu söylemekten alıkoyuyor. Böylelikle gediklerimizi kapatmak için oluşturduğumuz bu gruplar gediğin ta kendisi olup çıkıyor karşımıza. Adına da “medeniyet” diyoruz.
Ben gençken bir açıdan yaklaşırdı fikirler; şimdi ise, gerek bilgi gerek fikir akımına her açıdan maruz kalıyoruz. Nasıl bir ironidir ki fikir akımları akıp giderken fikirleri de yanında götürüyor. Belki de fikirleri sloganlara sıkıştırmaya başladıkları zamanlarda başlıyor bu erozyon. Ardından hunharca sürüklüyor fikirlerimizi ve hatta düşünebilme kabiliyetimizi de tarihin ve felsefenin tozlu köşelerine. Tam olarak başlangıçta dur demeliydik belki ve fikirlerimize vaktinde sahip çıkmalıydık. Şimdi içi boşaltılmış, Maslow’un hiyerarşisinin birinci basamağında sıkışmış kalmış, dahası herhangi bir kökten özerk olan bu fikirleri hayatımızın her alanına taşıyoruz. Medeniyeti o ilk basamaktaki güdümüzle şekillendiriyoruz velhasıl. Çok mu geç kaldık kim bilir? Ama adına da “medeniyet” diyoruz.
Peki ya duygularımız, ya da tepkilerimiz? İnsanlar duygularını ayırt etmekte zorlandıkları kadar tepkilerini ne şekilde göstereceklerini de ayırt edemiyor günümüzde. Duygularımız tepkilerimize esir olmuş, tepki verdikçe duygusuz kalıyoruz. Ya tepkilere tepkisiz kalıyoruz ya da tepkilerimiz tepkisiz kalıyor. Ya da tam tersi işte; ömür uzasa da biz daha hızlı ölüyoruz günümüzde. Doğa bizi, biz doğayı taşımaktan vazgeçtik sanırım. Sınırlarımızı, her geçen gün, aramızda siyasi bir husumet varmış gibi keskinleştiriyoruz. Hem kendimizle, hem kendi içimizde hem de doğa ile. Bu keskin çizgi ile aramızdaki uçurum da derinleşiyor. Bireyselleşiyoruz. Tebrikler bireyselleşiyoruz (!) Medeniyetin kutsadığı bir olgu olarak karşımıza çıkıyor bu “kavi yalnızlık”. Bu bireyselleşme yüzünden bütün hayallerimizi bir ömre sıkıştırıyoruz. Gelecekle ilgili kaygılarımız; gelecek nesiller için kaygılarımızı barındırmıyor artık. Halisülatif bir şekilde barındırdığına inanıyoruz sadece. Halbuki tek derdimiz onların; daha çok tüketen, tüketebilen birer canlı olarak, gelecekte yerlerini almalarını sağlamak oluyor. Ömrümüz ise istediklerimizi elde etmeye çabaladığımız 20-30 yıldan ibaret olarak kalıyor. Hiçliğe mahkum ömrümüzü hiç uğrunda hiç ediyoruz. Böylelikle ömrümüzle aramıza da mesafe koyuyoruz. Adına da “medeniyet” diyoruz.
Yazımda bu uçurumdan bahsetmek istiyorum. Doğa ile olan bu uçurumdan, kendimizle kendimiz arasındaki bu uçurumdan, kendimizle vicdanımız arasındaki, kendimizle insanlık arasındaki bu uçurumdan. Hatta kendimiz ile geleceğimiz arasındaki bu uçurumdan. Doğa, toprak, rüzgar, deniz, ege, güneş, yağmur, ırmak, nehir sadece çocuklarımızın isimleri olarak aktarılacak sanki gelecek nesillere. Özlem değilse ne, tüm bu isimleri çocuklarımıza verme nedenimiz? İlle de her gün toprağı görmek istemiyor mu ruhumuz ve bedenimiz? Neden suyun bile toprakla buluşmasına her fırsatta engel oluyoruz? Adına da medeniyet diyoruz. Sel felaketlerini doğanın intikamı gibi algılasak da; belki de su sadece yer arıyor kendine ömrümüzde. Hava bize şifa değil mi? Neden şifamızı dar alanlara sıkıştırıyoruz? Bütün yaşamımız dört duvar arasında; büyükşehirlerde plazalarda, metrolarda, küçük şehirlerde alışveriş merkezlerinde ama ille de kalabalıklar içinde bir bireyselleşme çabası ile. Adına da medeniyet diyoruz. Bu da bir ironi değil mi? Madem bireyselleşiyoruz neden hiç tanımadığımız ve önemsemediğimiz ya da önemsemememiz gerektiği öğretilen insanlarla paylaşmaya çalışıyoruz. Neyse işte! Deniz bize şifa değil mi? Neden üstüne binalar inşa ediyoruz? Tek kullanımlık her şey sterildir dedikleri günden beri doğayı tek kullanımlıkmış gibi kullanıyoruz dahası bireyselleştirerek kutsadığımız insana da tek kullanımlıkmış gibi davranıyoruz. Alın size bir ironi daha. Tebrikler... Bireyselleşiyoruz… Adına da “medeniyet” diyoruz.
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.
Medeniyet tanımının arkasına sığınmak zorunda kalmadan sağlıklı bir şekilde toplumsallaşabilmiş, bireyselleşerek küreselleşmeye köle olmayacak “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesillerin” temellerinin atıldığının inancıyla bir sonraki yazımızda görüşmek üzere.
Saygı ve hürmetle…