Hem ağladım hem yazdım

Yüreğim parça parça, gözlerim mütemadiyen pırıltılı, ne yediğimden ne içtiğimden bir şey anlıyorum. Hep canım sıkkın, hep tedirgin. Gelip gelip o cümle işgal ediyor zihnimi; “sen böyle güzel sevmeyi nerede öğrendin?” 

 “Gelmeyin” demiştim, “sakın kalıcı olarak terk etmeyin yurdunuzu.” Ne güzel gözleri vardı. Simsiyah. Dans ediyordu gözbebeklerinde asalet, onur ve heybet. İlkin o gözlerde anlaşmıştık. Bir otelin havuz başında ilkin o gözler “merhaba” demişti bana, sımsıcak. Belliydi hallerinden buralı, Türkiyeli olmadıkları. Kıyafetleri daha yerel, daha otantikti. Niçin onca gözün arasından benimkileri seçti bilmiyorum ama döndü baktı, oturdu baktı, kalktı baktı. Dayanamadım sordum, “Suriyeli misiniz?” “Hayır” dedi, “Kerküklüyem.” Canım ağzıma geldi. Tarihim, coğrafyam, özüm, gönlüm, atam, yurdum, yüreğim o ağızdan tek bir ünlemde ses oldu. “Oyyy.”

“Demek Kerkük, demek sen benim kardeşimsin, demek sen benim canımsın.” Bunları sözle demedim ama o “oyyy”un bu anlama geldiğini anladı zaten. Sarıldık. Vallahi sarıldık. O “oyyy”un ardından sıkı sıkı sarıldık. Daha birbirimizin adını bile bilmeden sarıldık. Ne gerek vardı ki adımızı bilmeye, biz zaten tek bir candık.

Gezmeye gelmişler Türkiye’ye. Babam burada çalışıyor ama biz döneceğiz dedi. Dönün dedim, lütfen dönün, her zaman gezmeye gelin, hep gelin ama sakın Kerkük’ü terk etmeyin. Adres verdi bana, “sen de haralara gel, Kerkük çok gözel.” Bilmem mi kurban olduğum, bilmem mi can kardeşim, Kerkük hiç güzel olmaz mı? Adı güzel Kerkük’ün kendi güzel olmaz mı? O ada vurgunuz biz uzaktan, kendini görsek kim bilir aşkımız nasıl depreşir, köklerimiz bizi nasıl sarar sarmalar. Hatıralarımız nasıl dile gelir, Tuğrul Beyler, Çağrı Beyler, Atsızlar, coğrafyamın her bir karışına atının nal izini nakşeden atabeglerim dört nala nasıl koşar gelir. Kim bilir, belki bir köşeden Türk’ün mührünü bir çocuk koşarak getirir. Dirilir yeniden şahlanış, dirilir yeniden ülkü, dirilir yeniden turan. Kim bilir?

 Sonra birbirimizi yeniden birbirimizin evlerine davet ederek ayrıldık. İçim yandı yine o “Kerkük’e gel” deyince. Gözlerim yaşla doldu. İşte o zaman dedi; “sen böyle gözel sevmeyi harda öğrendin?”

Sevmenin bir de güzel sevmesi olduğunu ilk kez ondan duydum ben. Sevmek varmış ama bir de güzel sevmek varmış. Vatanını güzel sevmek, milletini güzel sevmek, bayrağını, yurdunu, toprağını, atanı, tarihini, coğrafyanı, ülkünü güzel sevmek. Nasıl bir güzel sevmektir ki bu, anlatamıyorsun belki ama işte böyle karşındakine hissettirebiliyorsun demek ki. Ve fakat nasıl bir sevgi ki bu, hiçbir şey yapamıyorum Kerkük’e. Sevsen de, güzel de sevsen hiçbir şey yapamadıktan sonra neye yarar ki bu sevgi? Kardeşimi orada yıllarca ve yıllarca kimsesiz ve bir başına bırakmışsam, canına can katamamışsam bu nasıl sevmek? Ancak şimdi, akbabalar o güzel göğüne dadandıktan sonra hatırlıyorsam Kerkük’ü bu nasıl bir sevgi? Kerkük’ün adını bile duymayanlarla bir arada yaşıyorsam, onlara daha Kerkük’ün yerini, tarihini, ata yadigarı olduğunu anlatamamışsam bu nasıl sevgi? Bize ne Kerkük’ten diyenlerin dillerini ağzında düğümleyemiyorsam, Kerkük’ü altın tepside sunan politikaların bugüne kadar olan müsebbiplerine hesap soramıyorsam, sözde devlet kuruluyor diye sevinenlere “İsrail uşakları, tüküreyim sizin Filistin için döktüğünüz timsah gözyaşlarına, İsrail dostu münafıklar sizi” diye haykıramıyorsam, bu nasıl sevgi?

Kısaca güzel gözlü, asil kardeşim, ben değil güzel sevmek, doğru dürüst sevemiyorum bile. Sevseydim böyle olur muydu?

Bundan yıllar önce Doğu Türkistan konulu bir tartışmada, niçin Uygurlar ülkeye alınmıyor diyerek, Uygurlar için yumruklarımı sıkılı, gözlerime hücum eden yaşları gören ve yine de Türkiye’ye asla toz kondurmayan, bizzat Uygur Türkü bir Hocam, “işte senin gözlerindeki yaşa sebep olan şey, bu kadim bağdır, Türklüğündür, o gözyaşı seni alır ta buradan Doğu Türkistan’a bağlar” demişti.

İşte yaptığımız tek şey bu bizim. Ağlamak. Bu sevmekse, biz bu kadar sevebiliyoruz demek ki. Daha fazlası elimizden gelmiyor. Güzel sevmek mi? O benim can kardeşimin bende yani aynasında gördüğü. Aslında güzel seven o. Öyle olmasa, bunca yıldır görmezden geldiğimiz coğrafyada, bu kadar vefalı, bu kadar candan, bu kadar saf seven, Türkiye derken ağızlarından bir Türkiye daha çıkan insanlar kalır mıydı? Türkiye derken umut da diyorlar onlar, özüm de diyorlar, köküm de, tarihim de, milletim de. İnşallah bu kez bu umutlarını boşa çıkarmayız. Umarım bu kez ellerini böğründe, gözlerini yaşlı koymayız. Yaklaşık bir asır önce bizi uğurladıkları yerden tozu dumana katarak, sancağımızı ve bayrağımızı dalgalandırarak gireriz. Ve o güzel davete; “gel” davetine icabet ederiz. “Geldik” deriz. Emin olun öyle çok seviyorlar ki Türkiye’yi “harda kaldınız bunca zamandır” bile deyip, utancımızı yüzümüze vurmazlar.

Dinleyip dinleyip, çokça hüzünlendiğim bir Kerkük türküsüyle bitirelim yazıyı. #DirenKerkük diyerek. Ne olur diren.

Harda kaldı Kerkük’ün güzel havası

Bir başka idi güneşi ayı seması

Yaktı kavurdu içimi vatan sevdası

 

Zaman oldu içimde dert hasret dolu

Allah’tan hiç kesilmez ümit yolu

Kara Altun’u kurtar ey Anadolu

 

Dilim saf Türk’tür benim, özüm Osmanlı

Bir tarihim var benim şerefli şanlı

Vatan için kurban verdik çok delikanlı

 

Kerkük’ün üstünde var bir kara bulut

Ana ben gidiyorum sen beni unut

Sana emanet olsun Türk yavrum büyüt

 

(Abdulvahit Kuzecioğlu / Kerkük)

          

 

        

        

Önceki ve Sonraki Yazılar