Mustafa Armağan’ı hiç sevmem

Sevmem yani. Sanırım bu hakaret kapsamına girmiyor. Birinin birini sevmesi konusunda toplumsal ya da hukuki baskı ya da yaptırım da yok. O halde sevmiyorum. Sevmiyorum yani. Kısa ve öz. Kararımı müspet yönde değiştirecek azıcık bir sempatisinin dahi olduğunu da düşünmüyorum.      

Ve fakat.

Objektiflik esasında, hak ve vicdan ölçüsünde, fikir ve ifade özgürlüğünün bir savunucusu olarak duygularımı fikirlerime karıştırmama gayretimi de en üst seviyede sürdürmeye çalışıyorum. Öyle ki bu beni, sevmediğim bir adam konusunda yazı yazmak zorunda bırakıyor. Öyle ki bu beni, burada yanlış bir şeyler var demeye itiyor. Öyle ki bu beni, meseleye daha geniş bir açıdan bakmaya zorluyor. Hele de Mustafa Armağan’ın onca edep dışı yaklaşımlarının gerekçe olmayıp, bir mektup üzerinden hapis cezasına çarptırılması soru işaretlerimi çoğaltıyorsa. Hele de Mustafa Armağan’ın hükmün cezasının ertelenmesine itiraz etmemesi üzerine hapis cezasının onanması, bana ‘niye?’ diye sorduruyorsa. Niye bu hapis cezasına istekli Mustafa Armağan? Bu soruyu buraya bırakıyor, gerek mektup gerekse diğer söylediği şeyler yüzünden hapis cezası almaması gerektiğini niye savunduğumu izah etmek istiyorum.     

Bir kere şunu ifade edeyim, değil mektup, yukarıda niye terbiye sınırlarını aşan yaklaşımları hapis cezasına gerekçe oluşturmadı diye sorsam da bu yaklaşımlar da hapis cezasına sebep olmamalı. Çünkü bunların karşılığı (çünkü adam üslubu berbat olsa da sözlerle ve kağıt parçalarıyla ortaya çıkıyor) yine benzer nitelikte ve aynı orantıda olmalı. Hukuk, fikir ve ifade özgürlüğü kapsamında kimsenin büyük abisi değildir. Ne tarihi bir şahsiyetin ne de günümüz siyasilerinin. “Bak abi bu bana ne dedi?” denildiğinde, uzaktan koşup gelen ve kardeşinin gözünü silip karşıdakine haddini bildiren mahallenin bıçkın delikanlısı da değildir. Hukuk bu abi şahsında vücut bulsaydı şayet, o abinin şöyle demesi gerekirdi; “sana vurdu mu? Yani fiili bağlamda canına kast edip, herhangi bir yerini yaraladı mı? Yani söylemini somutlaştırdı mı?” “Hayır. Sadece bana şunları şunları dedi.” “Öyleyse sen de ona bir şeyler de.” Hukuk abinin diyeceği bu olurdu. Mahallenin bıçkın abisinin diyeceği ise dediğim gibi, alelade sözler karşısında fiili had bildirmek.

Bu manada hakaret kapsamına giren her söz aynı üslupta karşılık bulmalı ve fakat işe büyük abi karıştırılmadan tarafların kendi arasında kalmalıdır. Mesela Mustafa Armağan, Atatürk hakkında bir şeyler dedi veya programında birilerine dedirtti diyelim. Tüm Türk Milleti bunun karşısında duracaktır. Durmuştur da. Çünkü değil Atatürk, artık kendini savunamayacak –çünkü vefat etmiş- herhangi bir adama bile o çirkin iftiralar halkın gözü önünde dile getirilemez. Bu ne vicdana ne insanlığa ne de İslam Dinine uyar. Bu adamların bunları muhafazakar kimliği altında yapıyor olması ise o kesimin utancı. Ve sanıyorum onlar da bünyelerinden bu tür adamları dışarı atar. Çünkü bu üslup İslami değil. Ayrıca Türk Milletinin yanı sıra, Armağan’ın karşısına aynı üslupta çıkabilecek üstelik gerçek manada bir tarihçimiz var. Sayın İlber Ortaylı. Durumu sadece ona havale etsek bile Mustafa Armağan üç gün utancından evinden çıkamaz.

Menderes zamanında çıkan “Atatürk’ü koruma kanunu” esasen Türk düşünce tarihi üzerine vurulmuş bir kelepçedir. Sadece ona değil, demokrasiye de. Çünkü Atatürk’ün korunmaya ihtiyacı olmadığı gibi, sonraki dönemlerde siyasi liderlerin eleştirilmesinin önüne de geçmiş, emsal oluşturmuştur. Bu kanunla Atatürk öyle dokunulmaz hale getirilmiştir ki, fikirlerinin anlaşılmasının da önüne geçilmiş, kendisinden ve kendisi hakkında konuşulmasından korkulan bir varlık olmuştur. Fevkalade soğuk, ulaşılmaz bir profil ortaya çıkmıştır. Ben çocukluğumdan hatırlıyorum –ben oldukça muhafazakar bir ailede büyüdüm- evde herhangi bir şekilde onun adı eleştirel olarak geçse, sakın dışarda söylemeyin, okulda bunu demeyin, sormayın, sıkıntı olur, denirdi. O konuşmayacağımız, sıkıntı olur denilen konular da aşağı yukarı nasıl konulardı biliyor musunuz? Mesela babam eve bir dergi getirmiş, onda Atatürk’ü dolaylı eleştiren bir yazı var. Dergiyi de çok net hatırlıyorum. Nokta Dergisi. Diyor ki yazıda, Atatürk ölmeden önce demiş ki yakınlarındakinin kulağına, benden sonra İsmet’i getirmeyin, onun yerine bir İngiliz’i (dönemin İngiliz büyükelçisi) getirin filan. Hatırlayabildiğim kadarıyla bu minvaldeydi yazı. Dergi çaktırmadan bugün de dillenen bir tartışmayı alevlendiriyor kendince: “Mustafa Kemal İngiliz’in adamıydı.” Fakat bunu çok usturuplu yapıyor. Bu konuşma doğru olsa bile bundan şöyle bir sonuç da çıkabilir aslında, İsmet’i getirmeyin de bir İngiliz’i getirin evla. Ya da şu; İsmet yarın bir gün bizim mücadele ettiğimiz İngiliz politikalarının yanında yer alabilir, madem onu getireceksiniz baştan bir İngiliz getirin daha iyi… filan. Olamaz mı? Olur. Fakat hepsi de yorum olur. Gerçek ise tarihin kendisinde ve doğru ve başka belgelerle teyit edilmiş belgelerdedir. Ta o günlerde mesela, keşke ben bunu gerçek bir tarihçiye sorabilseydim. Keşke bunu ta o günlerde de rahatça konuşabilseydik. Niye halkın üzerinde böyle bir baskı vardı ki? Bakın ben hayatımın geç bir döneminde ve tarihime yapılan bu dedikodulardan çok sıkıldığım için hakikatin peşine düştüm ve her şeyimi bir yana bırakıp tarih alanına yöneldim. Niye yaptım bunu? Çünkü bunun böyle olmaması gerektiğini ta o günlerde bu ve benzeri tartışmalar dolayısıyla tespit edebilmiştim. Bu kadar basit ve örüden tutma yaklaşılmamalı tarihe. Ve bunca emeğimin sonunda size şunu rahatlıkla söyleyebilirim, Atatürk’ün korunmaya ihtiyacı yok. Çünkü hakikat ikliminde vicdanınız sizi onu korunmak zorunda bırakmayacak doğrulara götürecektir. (Dönem ve şartlar itibariyle.) Yanlışlarına da götürebilir. Yok mu? Muhakkak var. (Yine dönem ve şartlarının itibariyle.) Fakat bu yanlışlar o büyük resimde, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuş evresinin çetin ve çok güç koşulları altında elimine edilebilecek nitelikte. Dönemimizle kıyaslandığında, bugün yanlış diye nitelendirilebilecek uygulamalar yok mu? Fakat içinde bulunduğumuz mücadele o kadar çetin ki bu yanlışları o çetin mücadelenin yanında görmemeye çalışıyoruz. Bir kuşatılmışlık hissiyle hareket edip, tolere etmeye çalışıyoruz. Bu bilim açısından yanlış olacaktır fakat, figürleri değiştirip, uygulamaları aynı bırakarak, o günün insanlarını getirin bugüne. Tablo değişmeyecektir. Atatürk FETÖ’ye ne yapardı sizce? Fakat döneminde –benzer FETÖ’lere- yaptığı için eleştiriliyor. Olabilir mi bu? FETÖ mesela muhafazakar camia içinde değerlendirilip, Erdoğan muhafazakarlara zulüm etti denilebilir mi bir elli yıl sonra? FETÖ –umarım tamamen tasfiye olur- hala meydanda olursa şayet bunu elli yıl sonra bayıla bayıla yapıp, ballandıra ballandıra, fevkalade mağduriyet çıkararak anlatmaz mı? Yahu buradayız ve bizzat yaşıyoruz. Her şeyi gözlemledik. Ne muhafazakarlığı? Ne mağduriyeti? Adam ülkeyi teslim etmek istiyor Haçlı’ya. Ve bundan elli yıl sonra yazılacak tarih bu bakış açısıyla yani elli yıl sonranın bakış açısıyla yazılabilir mi? Bugün, elli yıl sonranın bakış açısıyla anlatılabilir mi? Üstelik yanlışlara itiraz etmek için muhtemelen hayatta da olmayacağız. Tıpkı tarihtekilerin de bugün hayatta olmaması gibi.

Benim kendime, tarihime ve gerçeklere duyduğum saygı ve hakikat için gerekirse bir ömür heba edilebilir yaklaşımım beni bu noktalara getirdi. Popüler tarihçiler gibi Hınçakların kullandığı mektupları kullanıverip, iki üçte sivri açıklama yapıp dikkatleri üzerimde toplayarak köşeyi dönüverme yolunu seçmedim. Atatürk’ü sömüre sömüre kendime rant elde edebilir miyim de demedim. (İki taraf için de söz konusu bu.) Hakikat neyse onun peşinden gitmeyi tercih ettim. Bunu tercih etmeyenlerle uğraşmak belki tüm enerjimizi tüketiyor ve tüketmeye de devam edecek fakat Armağan’la bırakın biz bu kulvarda mücadele edelim. Bu yolu genişletmeyin. Genişleyen bu yoldan yarın herkes herhangi bir fikir ifadesinde hapse girebilir. Mevzunun Atatürk olması veya güncel bir siyasi olması aynı kapıya çıkar. Üstelik Atatürk güncele de gerekçe oluşturur. Bunun yerine biz ister tarihi ister güncel bir şahsiyet olsun, şahısların yanında değil de fikir ve ifade özgürlüğünün yanında duralım. Sevmediğimiz bir insanı bile sırasında fikir ve ifade özgürlüğü noktasında savunabilelim. Adaletin, özgürlüğün, hukukun birazı olmaz. Sana göre, bana göre’si de olmaz.

Bırakın Atatürk tartışılsın. O mektup gündeme gelsin. Sinirlendiğinde hanımlar kocalarına neler söylüyor. Napolyon’un sırasında ne kadar çakma bir komutan olabildiğine tarih şahitlik ediyor. Fakat Atatürk’ün askeri hayatında tek bir falsosu yok. Latife Hanım bir hışımla velev ki bunu dile getirmiş olsa bile.

Napolyon ve Atatürk’e dair bir anekdot. Tersinden bakarsak değil Napolyon Atatürk olmak, Osmanlı’nın bir paşası bile olamaz. Buyurun: Bir akşam (bir harita üzerinde Bedir Savaşı’nı tetkik ederken) Mustafa Kemal soruyor yanındakilere. “En büyük komutan kimdir?” Biri “Napolyon” diyor. “Ahmet Cezzar Paşa varken, Napolyon mu diyorsun?” diye tepki gösteriyor Mustafa Kemal. Çünkü yenilmiş bu Paşa’ya Napolyon. Ve bu soruyu Mustafa Kemal bizzat kendisi cevaplıyor:

“En büyük komutan Hz. Muhammed’dir.”

                 

Önceki ve Sonraki Yazılar